23 Ocak 2024 Salı

PATLAMIŞ MISIR

Bugünlerde bağımlılık haline geldi resmen. Yemeden edemiyorum. 

Bir yandan yeni bir yazı yazıyorum, detaylı bir özgeçmiş hazırlıyorum kendi kendime. 

Belki burada yayınlarım. Hevesime bağlı.

Kemik 2 - Parti Başlıyor kitabını bitirdim. Şimdi Wattpad sitesinde yayında.

Birazdan uyuyacam.

Görüşürüz. 

 

22 Ocak 2024 Pazartesi

BUGÜN

Uyudum.

Çok uyudum. Defalarca uyudum. 

Saat 13 gibi uyandım, yoğurt yedim sonra tekrar uyudum. 

Uyandım, Kemik 2 kitabıyla ilgilendim.

Şimdi de yoğurt ve mercimek yiyorum.

Görüşürüz. 

21 Ocak 2024 Pazar

ÖLÜ BİR SİTEYİ DİRİLTMEK

Bugün 21.01.2024

Bu sitedeki son paylaşımımı dokuz sene önce yapmışım.

Neden bilmiyorum ama Wattpad adlı öykü sitesiyle tanıştıktan sonra, burayla ilgilenmek içimden gelmedi. Oysa ki öykü dışı yazılarımı, şiirlerimi de burada paylaşıyordum. 

Fakat internette varlığına devam eden bu sitede, ilk yazdığım kısa öykünün sansürsüz bir şekilde yayınlandığını görmek beni mutlu etti. 

Bu günden sonra neler yazarım bilmiyorum ama bu site bir süre daha varlığını sürdürecek gibi hissediyorum. 

Öykülerim (özellikle Kemik serisi) Wattpad üzerinde yayınlanmaya devam edecek. 

Birazdan mantı yemeğe gidecem. 

Görüşürüz. 




31 Temmuz 2015 Cuma

DİP



YAZAN
Ahmet Turgul

…………………………..


BÖLÜM 1: DipleriDiplet


Dipleridiplet, Hıbırlarızıplat, Gümlerigüm, Dumlarıdum. Dipleridiplet, Hıbırlarızıplat, Gümlerigüm, Dumlarıdum.

Bu tekerleme, Defne’nin kulağına dört yaşındayken, annesi Reyhan tarafından fısıldandı. 2001, 11 Eylül Saldırısının olduğu günün sabah saatleri Reyhan, kafasından uydurduğu tekerlemeyi, Defne’nin bilinçaltına yerleştirmek istedi. Reyhan bu tekerlemeyi uydurdu. Bir anne olarak, o çok iyi bir yalancıydı. Daha o zamanlar Reyhan’ın eşi Erhan, Defne’ye babalık, Reyhan’a kocalık  yapıyordu. Çünkü Erhan henüz ortalardan kaybolmamıştı. Bugün bile, hala Reyhan terk edildiğini düşünüyor, Erhan’a bildiği en ağır küfürleri sayıyordu. Bu utanç verici duygu, istem dışı Reyhan’ın benliğine işledi. Nedense?

Başkalarının hayatları, başkalarının acıları, umutları, üzüntüleri Reyhan ve Defne’yi, ancak çöplükte dışkılara konan  sinekler kadar ilgilendiriyordu. Sinekler eve uğramadıkça sorun da olmuyordu. Reyhan ve Defne için de sorun yoktu. Çünkü nasıl olsa onlar çok uzakta, yaşamlarına devam ediyorlar. Kağıthaneli Ali ve Alper gibi.

Her ikisi de yirmi beş yaşında, her ikisi de çocukluk arkadaşıydılar. Kağıthane’nin kahvelerine takılırlar, tavla oynarlar, halı saha maçlarını kaçırmazlar,  Orhan Gencebay dinlerler, Samsun sigara içerler, yaşamlarını taksicilikten kazanırlar.  Bazen gece işi olmadığı zamanlar bira içip, ot üflerler. Bir ara kan kardeşi olmayı düşündüler fakat sonradan böyle bir şeye ihtiyaçları olmadığını fark ettiler. Çünkü arkadaşlıklarını bir simgeye dönüştürmek istemediler. Bu çok önemsiz ve gereksiz bir ayrıntı olacaktı. Siktir ettiler.

Zaman ve mekan belli değil. İkisinin de ruh hali, iplenmeyecek kadar gevşek ve esnekti. Onların bildiği şey, çiğ görünümlü duvarlara sahip boş bir odanın içinde, döküntü, kare şeklinde olan bir masaya oturmuş olmalarıydı. Muhabbetlerini demlenmiş çayla ve sigarayla süslemeyi seviyorlardı. Böyle bir atmosferde, ilgilendikleri iki şey vardı. Birbirlerinin ağızlarından çıkacak harfler ve yüz mimikleri. Aslında ne Ali’nin, ne Alper’in birbirlerinin samimiyetinden şüpheleri vardı. Sadece Ali’nin o an aklına bir mevzu geldi ve Alper’e ilgileneceğini düşündüğü o mevzuyu açmak istedi.

-    Lan bugün nasıl geçer bilmiyorum. Fena yorulacağız Ter, yağmur çamur…

-    Niye ulan?

-    Halı saha maçına geliyor musun?

-    Oynamak için mi, izlemek için mi?
Bazen Alper’in bu saflığı, Ali’yi güldürüyordu. Tek sıkıldığı şey, bazı durumlara açıklık getirmesiydi. Ancak Ali bu sefer açıklık getirmedi.
-    Tamam ulan tamam gelme sen.
Konuyu değiştirmeyi düşünürken, Samsun sigarasını içine çekti. Alper de açık çayından bir yudum daha aldı. Ali’nin aklında, Alper’in daha çok ilgileneceği bir mevzu geldi. Konuşmaya başladı.
-    Bu akşam yeni bir dizi başlayacak. Konusu, genç bir adamın yengesini   sikmesiyle ilgili.

-    Ulan öyle bir şey yapılmamış mıydı daha önce?

-    Belki de insanların daha fazla 31 çekmeye ihtiyacı vardır. Ama ben çekmeyeceğim. İstemiyorum.
Ali doğru söylüyor. Çoğu erkek gibi, o da aynı şeyleri sürekli izleyip, 31 çekmekten sıkılırdı.

Dipleridiplet, Hıbırlarızıplat, Gümlerigüm, Dumlarıdum.
İşte bu tekerlemeyi uyduran Reyhan için dünya daha bir farklıydı. Renkler, dokular, sesler, tatlar, kokular…Sanki Allah-u Teala, Reyhan için çok özel bir diyar yaratmış, onu o dünyaya mahkum etmişti. Kırk beş yaşındaki bu kadın, orada zaman zaman kaybolur, yönünü arayan küçük kız Alice olurdu. Böyle durumlarda, yolunu kaybetmiş veletlerden daha çok telaşlanırdı. Evet. Kırk beş yaşında,  göz altları morarmış, solgun, çökük yüz hatlara sahip, zayıf ama oldukça güzel bir kadındır Reyhan.
Pencerenin tam önünde, kendi kendine konuşmalar yaparken, bir yandan da kızını düşünüyor. Defne’sini.
-    Adım Reyhan. Bugün benim doğum günüm. Artık 15 yaşında değilim, kimse benim için parti yapmaz. Kızım bile. Halbuki çocukken, doğum günümde ilk uyanan ben oluyordum. Yok yere sesler duyuyorum. Uyanık halde rüya görüyorum. Hayaletler üzerime doğru geliyor. Bazen onlara elimi uzatıyorum, sonra kayboluyorlar. Her şey kayboluyor. Adım Reyhan. Reyhan bir bitkidir. Bazen midem bulandığında parmağımı ağzıma sokarım. İşe yarıyor. Ama fesleğenler kusmaz. Gençken çok güzeldim. Bir prensestim. Artık boş bir kutu kolayım.
Her ne kadar bu söylediklerinde doğruluk payı olsa da, çok da haklı değildi. Reyhan yaşına göre oldukça güzel bir fiziğe sahipti.
Ancak Defne kadar güzel ve kusursuz değildi. Bunu kendisi de biliyordu. Kızına duyduğu rekabet duygusu biraz da fiziksel çöküntüden kaynaklanıyordu. Reyhan, artık on yedi yaşında olmamanın farkındalığıyla, Defne’nin babası Erhan’la çektirdiği fotoğrafa bir kez daha bakıp, kendisini içten içe dolduruşa getirdi. Fotoğrafta, Defne babasına sarılmış halde objektife bakmaktadır. Reyhan’ın düşünceleri, yeniden kanalizasyon suyu gibi aktı.
-    Kızım Defne ancak istediği zaman eve geliyor. İstediği zaman evden çıkıyor. Onun üzerinde etkim yok artık. Babası evden çıkalı 7 yıl geçti. Ona 'güle güle' diyecektim ama aklıma gelmedi. İlk terk eden ben olsaydım dünyam daha mı renkli olacaktı? Ama o zaman da boğularak ölürdüm.
Reyhan istese bile, Erhan’a ‘güle güle’ diyemezdi. İşin aslı Erhan ne kaybolmuştu, ne ölmüştü, ne de kaçırılmıştı.
Erhan bir lisede müdür yardımcısıydı. 2007’nin Nisan ayında, bir Cumartesi günü yönetim kurulu tarafından aniden okula çağırıldı. Okula gittiğinde, odasında kimse yoktu. Sadece masasının üzerinde bulduğu sarı zarfı açınca, yıllardır hiç görmediği bir parolayla karşılaştı. Bu, Erhan’ın yeniden yollara düşeceği anlamına geliyordu.
Doğum gününüz kutlu olsun: E
E. Bu parolayı Erhan çok iyi biliyordu. Kendi isminin başı harfi olmadığını da çok iyi biliyordu. Parola: E. Dolayısıyla: Ergenekon.
Erhan yıllardır uykuda olan bir Ergenekon askeriydi. Yapılanmanın beş numaralı tetikçisiydi. Uzun zamandır İstanbul’da yaşamış, Reyhan’la evlenip çocuk sahibi olmuştu. O sadece teşkilattan haber alacağı günü bekliyordu. O gün, okulu, Reyhan’ı, Defne’yi bırakıp Kuzey Irak’a gitti. Verilen bilgilere göre, yakın zaman içinde büyük bir operasyon düzenlenecek ve teşkilatın eski askerleri, istihbaratçıları, bürokratları ve iş adamları, hükümet tarafından tek tek içeri alınacaktı. Bunun için Erhan’ın ve kendi ekibinden bazı görevlilerin yok olması, saklanıp izlerini kaybettirmesi gerekiyordu. O günden sonra, Erhan’ın yakınları ondan asla haber alamadı.
Tabii ki bu durum Reyhan’ın artık umurunda değildi. O sadece Defne’yi merak ediyordu. Gözyaşlarını silerken bir kez daha kafasındaki sesi çalıştırdı.
-    Defne. Sen nerdesin?
Defne nerde?

Defne, Melisa’nın yanında.
Melisa Turan, Defne’nin en sevdiği arkadaşıydı. Tam yirmi yaşında, kömür siyahı saçlara sahip, zayıf, kolunun üzerinde büyük harflerle Pantera’nın şarkısı olan Suicide Note pt1’nın sözleri ‘with the scars on my wrists to prove i'll try again’ yazılı bir dövmesi olan genç kızdır. Resim yaparak kendini kanıtlamaya çalışıyor, entelektüel çevrede isim yapmak istiyordu. Biraz boşuna çabaladığının farkında olmadan yapmaya çalışıyor bunu.
Melisa’nın salonu oldukça düzensiz, kirli, ortamın ışığı son derece loştur. Bu durum sevgi pıtırcığı, Pollyanna ruhlu Defne’nin pek umurunda değildir. Çünkü o en sevdiği arkadaşının yanındaysa, hangi ortamda olursa olsun kendini mutlu hissederdi. Gerçi aynı durum, Melisa için geçerli değil. Defne’yi severdi ama onu çok saf ve naif bulduğu için, bazen tahammül edemezdi. O gün de Defne, sevgilisi Selim’den bahsederek, tuvale resim yapmakta olan Melisa’nın kafasını şişiriyordu. Ağzını yaya yaya konuşuyor.
-    Ve Selim bana dedi ki, 'seni ölene kadar sevecem, hep yanında olacam'.

-    Siktir et şu piçi. Klişe laflar.

-    Evet biraz öyle. Ama onunla cenneti yaşıyorum Melisa. Örneğin, geçen gün kırda dolaşırken kulağıma papatya yerleştirdi. Mis kokulu elleriyle yüzümü okşadı. Kendimi bir melek gibi hissettim. Cennete giden köprüde yürüdüm. Melisa, daha önce seni bir erkek hamakta sallayıp sana masal anlattı mı?
Bu sözler Melisa’ya dokunmuştu. O her ne kadar belli etmese de, içinde kopan duygular, köpüğün küçük balonları gibi patlıyordu. Yine de Melisa bunu açığa çıkartmadan Defne’ye cevap verdi.
-    Uyuz uyuz konuşup dikkatimi dağıtma Defne. Sen cennetin köprüsünde yürüyorsun, ben Sırat köprüsünde yürüyorum. Resimlerimi beğenmiyorlar. Bana hırsız diyorlar, 'yaptığın resimler çalıntı' diyorlar. Çok iyi biliyorum, ben başarılı bir kızım.
Yetenekliyim. Çocukken piyano çalardım, bale yapardım, şarkı yarışmalarında birinci hep bendim. Şu an bir sergim yok, ödülüm yok, adım yok. Sergi açmam lazım. Film çekmem lazım. Belki o cennete giden köprüde senin yerine ben yürürüm.
Aslında her ne kadar Defne, Melisa’yı can kulağıyla dinlese de, o an zihninde dolanan Selim’in yüz ifadesi, Melisa’nın söylediklerini anlamasına engel oluyordu. Onun için Defne, Melisa’nın söylediği şeylerden çok alakasız bir konuşma yaptı.
-    Bugün Selim'le bizim eve gidecez. Evde annem var ama önemli değil.    Biz odada olacaz, annem ya salonda olacak ya mutfakta. Biliyor musun? Birgün gelin olacam. Beni kollarında taşıyarak eve getirecek. Kendi evimize.
Bu sefer ilgiyle dinleyen taraf Melisa’ydı. Çünkü zaman zaman bu kızın söyledikleri ilginçleşiyor ve o kelimeleri beynine kayıt etmek istiyordu. Zavallı Defne kullanıldığının pek farkında değildi. Farkında olsa da pek umursamıyordu. Çünkü o Melisa’yı koşulsuz seviyor.
Bazen sırf gösteriş olsun diye Melisa, Defne’ye güzel sözler söylüyordu. Yine söylemeyi ihmal etmedi.
-    Ya sen çok şeker bir kızsın.

-    Gerçekten mi?

-    Valla. Beni güldürüyorsun. Sen olmasan hayatım çok sıkıcı olacaktı. Her gece yattığımda şunu söylüyorum. Defne komik bir kız, Defne eğlenceli bir kız, Defne iyi ki hayatımda, Allah onun yardımcısı olsun.'

-    Gerçekten hayatında olmam hoşuna gidiyor mu?
Melisa bu muhabbeti fazla uzattığını ve esas kimliğinden uzaklaştığını düşündü. Aslında Melisa’nın farkında olmadığı sorun şuydu: Gerçek kimliğini kendisi de bilmiyordu. Belki de, bu durumun verdiği kuyruk acısıyla, Defne’nin canını acıtmak istedi. Son söylediği şey, fazlasıyla acıtıcıydı.
-    Senin annen çok ilaç kullanıyor Defne. Yakında onu kafası klozete gömülmüş bir şekilde bulabilirsin.
Melisa’nın, Reyhan’la ilgili düşünceleri çok daha katıydı. Hatta bir gün Defne’ye, ‘'Bu kadın nasıl hamile kalabilmiş,  seni bir hayvandan  peydahlamış olabilir mi?'’ diye sormuştu. Amacı Defne’nin canını acıtmaktı.
Fakat Melisa çok yanılmıştı. Çünkü Defne’nin canını hiç acıtamadı. İğneleyici sözler, Defne’nin pembe dünyasını karanlığa çeviremiyordu. Üstelik Defne’nin annesiyle ilgili bildiği daha acı bir gerçek vardı.
……………………………………
BÖLÜM 2: Bu dünya bizim dünyamız
Baba Zula elemanlarının, çok eskiden Zen adında doğaçlama müzik yapan bir grubu vardı. Son albümlerini, 1999 yılında Bakırköy akıl hastanesinde kayıt etmişlerdi. Albümün ilk parçası olan ‘Bu dünya benim dünyam’, Ali’nin çok sevdiği bir şarkıdır. Genelde bu tarz müzikler dinlememesine rağmen, eski kız arkadaşı Sevil Baba Zula ve Zen hayranı olduğu için, Ali’ye bu yıllanmış şarkıyı dinletmek istedi. Albümün bir diğer şarkısı olan ‘Dut Ali’yi kendisine adadı.
Ali çoktan konuyu değiştirdi ve geçmişten kalan bir anıyı, Alper’le bir daha paylaşmak istedi.
-    Tam 2 yıl önce, rahmetli Faruk ustanın yanında çalışırken, dükkana bir araba geldi. Araba eski kartallardan biri, bu devir için hiçbir özelliği yok. Ama üzerinde tek bir toz bile yoktu. Temizdi. Sanki son model Ferrari'ler gibi. Kırmızıydı. Arabadan inen genç tıpkı zengin zibidiler gibi giyinmişti. Bir de aracın içinden sosyetik kızlar çıkmaz mı? Hepsi sarışındı. Tıpkı Lady Gaga gibi giyinmişlerdi.
Alper sahtekar biri olmadığı için, meraklıymış gibi görünüp soru sormak istemedi. Gerçekten merak ettiği için sorusunu sordu.
-    O kızlara bakınca tahrik oldun mu?
-     
-    Evet. Biraz.
O ibnenin ne kadar şanslı olduğunu düşündüm.
Benim alamadığım herşeye sahipti.
Her türlü güzelliği o yaşıyordu.
Ne Ali ne de Alper, bu tip kıskançlık ve hasetlik duygularına sahip değillerdi. Sadece Ali, gördüğü manzaranın bir tokat niteliğinde olduğunu anımsadı. Veya bu sadece Ali’nin fikriydi. Tabii ki Alper muhabbeti devam ettirmek için sorusunu sordu.
-    O kızları bir daha gördün mü?
-     
-    Evet. İnternette, bir top model sitesinde.
O kızlar mankenmiş.
Ama ünlü değiller. Dandik bir site için modellik yapıp, sadece erkeklerin çükünü kaldırma amacıyla soyunuyorlar.
Ve her şeyi geçiştiren Alper, Ali’ye bu sıkıntısını unutturmak için son bir cümle daha söyledi.
-    Bu da bir şey.
Evet.
Bu da bir şey.

Defne’nin babası Erhan, kızını aşırı şımartırdı. Daha ilkokul’a giderken, okul çıkışları bazen Defne’yi elinden tutup, McDonald’s’a götürürdü. Eğer dersleri iyiyse, ödevlerini yapıyorsa, ona Winx Club oyuncakları alırdı. Erhan’ın bu örnek davranışı, Reyhan’ı ister istemez aynı şeyleri yapmaya zorluyordu. Hatta Reyhan bunları, Erhan’dan daha sık yapıyordu. O bir anneydi, kadındı. Tabii ki çocuğuna daha çok ilgiyi o gösterecekti. Reyhan’ın çarmıha gerilmeleri ne Defne’yi, ne de Erhan’ı ilgilendiriyordu. Şımarık bir kız, ilgisiz bir koca ve bütün bunlarla mücadele etmek zorunda olan bir anneydi neticede. Reyhan’ın odasına kapanıp ağlaması, hem Erhan’ı hem de Defne’yi fazlasıyla sinirlendiriyordu. Odasına kapanıp hem ağlaması hem mastürbasyon yapmasını umursamıyorlardı.
McDonald’s’ın yolunu Reyhan ezbere biliyordu. Hatta Defne’nin seçeceği menüyü de ezberlemişti. Cheese Burger. Turşusuz ve domatessiz. İçinde sadece peynir olacak ama mutlaka duble menü olacaktı. Reyhan hep Big Mac yerdi. Bu sayede Reyhan, zaman geçtikçe hamburgerlere karşı alışkanlık kazandı. Bugün bile, canı çektiğinde McDonald’s sipariş ediyor. Ama Mega Mac artık Big Mac’e göre çok daha lezzetli olduğu için, tabii ki o da Mega Mac sipariş ediyor.
Reyhan hala Defne’sini bekleyip, Mega Mac’ten bir ısırık daha alırken, monolog turuna kaldığı yerden devam etti. Kafası hiç durmuyordu.
-    Defne daha çocukken, sevdiği çizgi film kahramanlarının bizim evi ziyaret edeceklerine inanırdı. 7 Yaşına kadar hep onları bekledi. Defne'yi gerçekte onların gelmeyeceğine inandırmaya çalıştım. Sonra şunu sordum kendime. Onu gerçeklerden korumayı becerebiliyor muydum?
Evet ya. Beceriyordu tabii. Defne o yüzden saklambaç oynar gibi, annesinden saklanıyordu. Reyhan elindeki hamburgeri bitirdiğinde, bağırsaklarındaki boşluğu doyurduğunu düşündü. Ama ruhu doymadı. Bacakları, kolları, kafası vardı sırada. Ketçapa, mayoneze bulanmış, çiğ patateslere bakarken gülümsedi. Elbette ki sırada McNuggets yoktu. Defne’nin bildiği en ağır gerçek, Reyhan’ın Fast Food alışkanlığından bile daha siyah, kömür, leş bir alışkanlıktı bu. Monologa aynen devam.
-    Hala sesler duyuyorum. Hayaletler rahat bırakmıyor. Bunu dindirmek istiyorum, olmuyor. Ölmek istiyorum, olmuyor.
Evet olmuyor. Olmaz da zaten. İnsan hemen ölemiyor. Reyhan çarmıha değil de, daha kutsal, onurlu ama fazlasıyla acı veren bir işkence aletine gerilmişti. Bütün etleri yavaş yavaş soyuluyor, keskin bıçaklar her yerine giriyordu. Çile dolduruyor, çünkü kendisi sahte bir peygamberdi. Ön görülü bir kahin gibi, bir çok şeyi önceden hissedebilen bir kadın. Fakat peyniri, köfteyi, patatesi yutarken, açlığını bastıracak bir gıda daha vardı. Kendi kendine itiraf etti bunu.
-    Burnumdan akan sümükleri yutarak açlığımı bastırıyorum.
Sahtekar. Nedense o sümüklerin akma sebebini açıklamak istemiyor. Ayağa kalkıp, evin en kutsal mekanına, odasına koşarken, vajinasındaki kaşıntıyı bir kez daha hissetti. Kaşıntıya neden olan şeyin, seks açlığı olmadığını da biliyordu. Burnu akıyor fakat nezle de değildi. Bu başka bir şeydi. Odasından aldığı altı kömüre dönmüş bir çorba kaşığı ve bir torba eroin, bu kupa kraliçenin zirve noktasının sembolleriydiler.
Tekrar salona döndü. Kaşığın üzerine bir miktar eroin döktü. Elleri titreyen Reyhan, tozların döküldüğünü, pişmemiş patateslere, ketçap ve mayonezlere bulandığını fark etmedi. Birazdan kendine vuracak. O ana kadar elleri titremeye tabii ki devam edecek. Ancak kafası hiç susmayacak.
-    Gün geçtikçe evimin duvarları daha çok büyüyor. Duvarlar birbirlerine yaklaşıyorlar.
Ve Defne. Defne yedi yaşına bastığında, ailesi ona güzel bir pasta aldı. Pastanın üzerindeki mumlar, Defne’nin çok istediği, hatta tutturduğu, kırmızı beyaz mumlardı. Reyhan’ın aldığı mavi mumları istemedi. Bunun için annesini çok üzdü.
Reyhan o mavi mumlardan birini yaktı ve kaşığı, ateşin üzerinde gezdirdi. Tozların erimesini bekleyen Reyhan’ın kafası, konuşmaya devam etti.
-    Bazen zemin yükseliyor, tavan alçalıyor. Bu evin beni parçalamasından korkuyorum.
Kaşığın içindeki eroin eriyor. Reyhan zirveye tırmanacağı zamanı bekliyordu. Henüz ölmeyecekti. Bunun mutluluğuyla kendisiyle gurur duydu.
-    Fakat şu an hayattayım. Altıma sıçarak yaşasam bile hayattayım.
Çünkü tuvalete gidip sıçmaktan daha çok işine geliyordu. Bazen hareket bile edemiyor. Şu an sadece yarım bir limonu sıkarak, suyunu kaşığın içine akıtıyor. Böylece eroin daha hızlı eriyecekti. Reyhan hayatta olsa da, bunun gururunu yaşasa da, arada bir kesilen nefesini hatırladı. Bunu da itiraf etti kendine.
-    Buna rağmen özgürlüğümü hissedemez oldum. Tabutun içinde nefes alırken özgürlük hissedilmez.
Artık hazır. Kolunun omuz kısmına, siyah bir ipi hızlıca bağladı. Ve şırıngayı eroinle doldurduktan sonra, bilek kısmına da iğneyi saplamaya başladı. Yavaşça. Ağır ağır.
Bağırsakları ve Ruhu, iki kardeş gibiydi. Bağırsakları beslerken, ruhu da beslemeyi unutmamalı insan. Reyhan da bunu yaptı. Belki de o ikisini, öz kızı Defne’den daha çok seviyordu. Böyle olmalıydı. O günün beslenme süreci tamamlanmıştı. Ama iğne hala, koldaki deliğe girmeye devam ediyor. Reyhan konuştukça konuşuyordu.
-    Sinek ısırığı diyorum buna. Sinek ısırır, tükürüğünü kanına bulaştırır. Artık ona ait bir şey taşırsın içinde.
İğneyi kolundaki deliğe, sonuna kadar köklemiştir. Artık zirveye ulaştığını hisseden Reyhan, kolundan şırıngayı çıkartır. Koltuğa yaslanır, kafasını geriye atar. Sadece tebessüm eder.
O an, ilk kez penis yemiş bir kadındı Reyhan. Bir yandan ayağı gıdıklanıyor, bir yandan kulağına güzel masallar okunuyordu. Vücut çoktan hafiflemişti bile. Tüy gibiydi. Yaşadığını hissetti. Yaşayıp, ölümü unuttu. Yalanlarla yaşayan, salak kızı Defne’yi unuttu, derin devlet görevlisi Erhan’ı unuttu, sıkışmışlığını unuttu, hamburgeri unuttu, patatesi unuttu, böcekleri unuttu. Tamamen kraliçeliğe terfi etti Reyhan. Kafasındaki ses, artık istem dışı akmaya devam ediyor.
-   Ben at bokuna konan bir sineğim. Vızıldayıp oradan oraya uçarım. Ve artık özgürüm. Sıcacık dünya. Melekler, periler yanımda. Hayat, elimi tut. Hayat, beni bırakma.
Hayat onu bırakmayacak. Çünkü hayat kuklacıysa, Reyhan kuklanın ta kendisidir. Aslında Ali ve Alper’den daha değerli bir varlık değil. Sadece kendisinin de söylediği gibi o bir bok sineğidir.

Ali ve Alper’in sigara ve esrardan başka alışkanlıkları yoktu. Ayrıca bira içmeyi de severlerdi. O yüzden Alper sorusunu sordu.
-  Bira ister misin?
Ali onayladı.
-  Olur.
Alper, yanında duran siyah poşetten iki bira çıkardığı sırada, Ali’nin aklına kötü bir anısı geldi. Yine de Alper’in açtığı Efes Dark birayı tereddütsüz aldı ve bir yudum içmeye başladı. Bu gazla Ali dökülmeye başladı.
-   Sinirlenmemek mümkün değil. Bir de böyle yarrak gibi bir işte çalışınca daha kötü oluyor.
-  
-   Hayırdır abi?
-  
-   Lan geçen sabah Beyoğlu’nda yürüyorum, tanımadığım bir adama selam verdim.
'Selam'ın aleyküm kardeş' dedim, herifte ses yok tıs yok. Geçip gitti yanımdan. Ulan Allahın selamını almıyorsun bari bir güler yüzle karşılık ver. Dalyarrak. Bu kadar mı koptuk lan birbirimizden.
Esasında Ali’nin sıkıntısı bu kadar büyük değildi. En azından bunu mevzu yapacak kadar büyütülecek bir şey değil. Sadece laf olsun torba dolsun diye bunu anlattığını düşünüyor Alper. Sakinleştirmeye çalıştı.
-   Kardeşim Beyoğlu kalabalık bir alem. Takma bu kadar. Belki adamın afyonu patlamamıştır veya seni duymamıştır.

-   Zaten ben de o günden sonra herkesle selamı sabahı kestim. Bana selam verenin de yanından geçiyorum, dönüp bakmıyorum.
Alper bu saçma sapan laflara sadece gülümsedi. Son bir şey söylemeyi de ihmal etmedi tabii.
-   Çakal seni.
Zaten muhabbetleri bundan ibaretti. Gereksiz anıları birbirleriyle paylaşıyorlar ama en küçük ayrıntıyı bile önemli bulup, birbirlerini teselli ediyorlardı. Böyle işte.

Aker deri fabrikasının sahibi Vedat Turan, öz kızı Duru’ya tecavüz ettiğinde, takvimler 19 Temmuz 2009’u gösteriyordu. Duru’nun annesine çok benzediği ve viskiyi çok kaçırdığı bahanesiyle, gece yarısı, Duru’nun odasında, kızlığını elinden alıp, kadınlığı hediye etti. Vedat Turan bunun pişmanlığıyla ertesi gün kendini astı. Aker fabrikası iflas etti. Vedat’ın cenazesinde 5 kişi vardı.
Duru şimdi 17 yaşında, kimsenin tam anlamıyla çözemediği bir ruh haline sahip bir kız, bir kadın. Bu sırrı bir tek ablası Melisa biliyordu ama bir tek onun bilmesi bir şey ifade etmiyordu. Bütün dünya Duru’yu bilmeliydi, tanımalıydı.
Melisa, Duru’yu bilinmeyen bir mekana götürdü. Burayı Melisa, çektiği fotoğraflar, videolar için stüdyo gibi kullanıyordu. Duru, Melisa’nın elindeki kameraya bakıp, ne anlatacağını çok iyi biliyordu, nereden başlayacağını biliyordu. Bunu anlatmasının doğru olduğunu da biliyordu. Sonuçta video internete düştüğünde, altında ablasının adı yazacaktı. Kendisi tanınacaktı kuşkusuz ama asıl önemlisi ablası tanınacaktı. Tabi ki başından geçenleri anlatacak.
Melisa kamerayı çalıştırdı, Duru’ya doğrulttu ve vakit kaybetmeden konuşmaya başladı.
-  Duru bana her şeyi anlat.
Üzerinde Slayer t-shirt’i olan Duru’nun ses tonu yumuşak, tüyler ürperticidir.
-  Ne söylememi istiyorsun?
-  
-  Konuş diyorum sana. Yoksa seni cezalandıracağım.
Melisa istese bunu yapardı. Bir keresinde, yemek masasında ağzını çok şapırdattı diye, Duru’nun Nietzche kitaplarını yakmıştı. Gerçi Duru yedi yaşındayken ablasının sandviçini, sırf oyun olsun diye çöpe attıktan sonra, Melisa bu davranışını unutmadığı için, bir şekilde intikam alması gerektiğini biliyordu. Tabii ki Duru, Melisa’nın bu kadar gaddar olacağını düşünmemişti ve en sevdiği kitapları yaktıktan sonra, ona istediği her şeyi vermeye başladı. Tüm isteklerine boyun eğdi. Sonuçta Melisa, annesinin aldığı Küçük Prens kitabını photoshop yoluyla, pornografik hale getirip, internette yayınlayacağını söylüyordu. Duru için kaçış yoktu.
-  Peki efendim.

-  Konuş.
Duru ağzını açmakta zorlanıyordu. Ama konuşmalıydı. Oraya gitmeden önce iki bardak votka, bir ot içmişti. O yüzden o kadar da rahatsız değildi. Yapacak bir şeyi olmadığı için konuşmaya başladı.
-   12 Yaşındaydım, pencereden dışarı bakıyordum. Yıldızlar çok güzeldi. Babam omuzumu tuttu, sonra başımı çevirip babama baktım. Beni yatağa oturttu, saçımı okşadı. Bana ablamı sordu. Ablam o sıra şehir dışındaydı. Orada yalnız ikimiz vardık. Başımı öptü, yüzümü okşadı, vücudumu okşadı...
Buraya kadar sorunsuz konuşan Duru, buradan sonra tıkanma belirtileri gösterir. Utandığı için değil de, hala neden anlatması gerektiğini çözememişti. Neyse ki cesaretiyle tanınan, koç burcu Melisa’nın diretmesiyle Duru cümlelerini toparladı.
-   Sonra ne oldu Duru?

-   Sonra bacaklarımı okşadı, beni yatağa yatırdı. Her yerimi okşadı. Parmaklarını vajinama soktu. Çok hoşuma gitti. Pantolonunu çıkarana kadar her şey güzeldi. Sonra kalın bir dal parçasını içime aldım. Geberiyordum az daha. Kan aktı. Çok kan aktı. Çığlık atamadım, eli ağzımdaydı. Üzerimde kıvranırken şunu söyledim kendime. Ona karşı gelemezsin. O senin baban. Onu duy ve ibadet et. O senin Tanrın.
Duru’nun da, Melisa’nın da tanrı kavramı çok değişikti açıkçası. Duru’ya tanrı kim diye sorsan Iron Maiden, Slayer, Pantera diye cevap verir. Melisa kendine Thomas Hobbes ve Ayn Rand’ı örnek almaktaydı. Onların bencillik anlayışı kendisine uyuyordu.
Zafer kazanmış olan Melisa kamerayı kapattı. Gözyaşlarına boğulan Duru’ya bakıp gülümsedi.
-   Çok iyi. Babanı bir mesih gibi tanıttın. Bu video tıklanma rekoru kırmazsa ben de Melisa değilim.
Videonun tıklanma rekoru kırıp kırmaması Duru’nun umurunda değildi. O, ablasını düşünüyordu. Yeter ki ablası tanınsın, başarılı olsun, istediği yere gelsin. İnsanları aşağılıkça kullanıp kullanmaması da önemli değildi.

29 Aralık: 1993. 14:30. Çarşamba
Orhan Atak, Parkinson hastasıydı. Bedeni erirken, yanında karısı Nermin, oğlu Berk ve sevdiği birkaç arkadaşı vardı. 15 Temmuz 1993 yılında vefat ederken, Nermin’in servetiyle ilgili hiçbir korkusu, şüphesi yoktu. Nermin babadan zengindi. Oğluna bir ömür boyu bakacak kadar parası vardı.
29 Aralık geldi. Berk’in doğum günü. Etiler’de, şık bir apartman dairesinde oturan Nermin, on beş yaşına basan Berk için balonlar, pastalar, çörekler, börekler, limonatalar, kolalar hazırladı. Bu, Nermin için bir eziyet olsa da, gerçek duygularını asla Berk’e çaktırmamaya çalışıyordu. Sonuçta annelik görevini yaparken, tek düşündüğü şey oğlunun mutlu olması değil, vicdanını rahatlatmaktı.
Körfez savaşının üzerinden 2 yıl geçti. Tabii ki savaş sırasında ve sonrasında, bunun etkilerini ne Nermin ne de Berk hissetmişti. Bir tek Orhan bu savaş üzerinde az da olsa kafa yormuştu. O da öldü zaten.
Berk, masanın üzerine hazırlanmış olan çikolatalı Mickey Mouse şekilli pastasına hayranlıkla bakarken, koltukta oturup dergi okuyan Nermin de göz ucuyla oğluna bakıyordu. Kafasındaki sesi çalıştırmadan önce, çikolatalı pasta dikkatini çekti. Mickey başıyla yapılmış pasta, birileri Mickey Mouse’un kafasını hızarla kesip, onu bir çikolata haline mi getirdiler yoksa? O zaman neden hala sırıtıyordu? Yaşamı nasılsa, ölümü de öyle mi olmalıydı? Nermin bu cevabın aynen düşündüğü gibi olmasını ne çok isterdi! Özellikle hızarla kafasının kesildiğini görmek, içini soğuturdu bir ihtimal. Yine de oğlunun hayranlıkla dolu yüz ifadesine bakarken, kendini kendine ispatlaması için, kafasındaki sesi çalıştırdı.  
-     Oğlum Berk'in bugün doğum günü. 15 Yaşında, kocaman bir delikanlı oluyor. Çok özel bir parti düzenledim onun için. Oğlum benim her şeyim. Birkaç ay önce kaybettik babasını. Ama Berk çok güçlü bir çocuk. Her şeyin üstesinden kolaylıkla geldi. Bugün arkadaşları gelecek. Birlikte piyano çalıp şarkılar söyleyecekler. Berk her şeyin en iyisini hak ediyor. Canım oğlum benim.
Nermin de, Berk de boşuna umutlandılar, beklediler. Bu partiye kim geldi ki, kim gelirdi ki? Bütün emekler boşa gitti.

5 Nisan: 1994. 20:30. Salı
Bu terk edilmişliğin etkisi çok uzun sürdü. Berk bunu atlatamadı. Devamlı ağladı, hıçkırdı, haykırdı. Nermin onu teselli etmeye çalışsa da, bunu pek beceremiyordu. Berk hala ağlamaya devam ediyor.
-  Arkadaşlarım gelmedi anne. Kimse gelmedi.
-  
-  Belki işleri çıkmıştır oğlum. Yalvarırım hırpalama kendini.

-  Babam ölmeseydi belki gelirlerdi. Babam yanımızda değil, artık bir aile değiliz.
Her ne kadar Berk’in söylediklerinde doğruluk payı olsa da, onlar hiçbir zaman aile olamadılar. Güzel zamanları da olmadı değil ama yine de, zaman zaman aralarında yaşanan aile kavgaları, insani ilişkiler pek iç açıcı değildi. Nedense Nermin’in her şeyin güzel olduğuna dair bir inancı vardı. Gerçekle yüzleştiğinde ya kaçıyor ya da saldırganlaşıyordu. Nermin, oğlunu teselli etmeye devam etti.
-   Ben varım ya oğlum. Arkadaşların gelmese de ben seninle şarkı söylerim.

-   İstemiyorum. Hiçbir şey istemiyorum. Sen arkadaşım değilsin. Ben arkadaşlarımı istiyorum.
-  
-   Ben senin arkadaşınım tamam mı. Öbür piçleri siktir et, ben varım yanında ulan.

-   Sen umurumda değilsin. Ben arkadaşlarımı istiyorum.

-   Bak şimdi çıkar giderim, bir daha benim yüzümü göremezsin. Baban gibi seni bırakırım tamam mı?
Nermin, Berk’i tehdit ettiğinde şaka yapmıyordu. Her ne kadar Berk 15 yaşında olsa da, Nermin asla çocuk oyalamıyordu. Söylediği şey çok ciddiydi. Nermin’in, henüz Orhan’ın sağlığı yerindeyken, ilişkiye girdiği erkek arkadaşı Kenan’la birlikte uzaklara gitme planları yaptığı, en iyi arkadaşı Gül tarafından biliniyordu. Orhan öldü ama Nermin’in, Kenan’la ilişkisi devam ediyor. Dolayısıyla Berk’i bırakıp gitmekteki söylemiş olduğu şey son derece ciddiydi. Nermin bağırarak soruyu yineledi.
-  Tamam mı Berk?

-  Emredersiniz efendim.
Nermin elini uzattığında, Berk’i komutası altına aldığını biliyordu. Bundan oldukça memnundu. Öyle bir andan sonra iyi bir anne olup olmaması Nermin’i pek ilgilendirmiyordu. Tek istediği Berk’i korkutmak değil, aynı zamanda onu başarılı bir şekilde yönlendirmek, robot haline getirmekti. Biraz kullandığı mikrodalga fırınlar, bulaşık ve çamaşır makineleri durumuna gelmesini istedi. Bu konuda başarılı olduğu çok açık.

-  Elimi öp lan it.
Berk, telaşla Nermin’in elini öpüp, anlına koydu. Annesinin kendisine acımadığını, istese çekip gideceğini çok iyi biliyordu. Ama esas korkusu bu değildi. Berk’in ev ödevlerini aksattığı bir dönem, Nermin çocuğun kafasını tencereye sokup, kaynar suda haşladı. Berk’in yüzü 15 gün sargılıydı. Orhan hasta haliyle Nermin’in bu davranışına karşı koyamadı tabii. Nermin kendisiyle gurur duyuyor, bu yaptığı şeyin oğlunun iyiliğine mi yoksa kötülüğüne mi olduğunu pek umursamıyordu. Yönetmeyi seven bir diktatör olmak hoşuna gidiyordu. Aslında en büyük hayali, eline bir silah alıp, Berk’in kafasına doğrultmak ve onu korkutmaktı. Böylece Berk, Nermin’in çok rahat emrine girecekti.  
-  Bir daha ne yapmayacaksın Berk?

-  Ağlamayacağım komutanım.

-  Sen benim neyimsin?

-  Vezirinim.
Berk tesadüfen bu cevabı verdi. Korkusundan ne diyeceğini bilemedi çünkü. Nermin her ne kadar sinirlense de, biraz yumuşamaya karar verdi.
-   Yine kafan karıştı. Gerizekalı mal. Ben senin tanrınım. Bana dua etmen ve benim için ibadet etmen gerekiyor Berk. Bunu bana yapmıyorsun. Tek yaptığın homolar ve karılar gibi ağlamak oluyor. Salaksın ve toplara benziyorsun. Bu gidişle milli olamazsın oğlum.
Nermin bir bakıma doğru söylüyordu. Şimdiye kadar Berk’i hiç mastürbasyon yaparken yakalamamıştı. Bu Nermin için iyi bir şey değildi. Her ne kadar Nermin bu konuşmanın işe yaradığını düşünse de, Berk pek bir şey anlamadı.
-  O zaman sen benim sultanım olmuyorsun.
-  
-  Evet. Ben bir yeşilçam oyuncusu değilim.
-  
-  O zaman ben de vezir olmuyorum.
Bu diyalog nereye kadar giderdi ki?

Samsun sigarayı ciğerlerine çeken Ali, öksürüğü yüzünden, içtiği biranın tadını da alamıyordu. İki ay önce Ali nezle olmuş, hastalıktan miras öksürüğü kalmıştı. Bir türlü geçmek bilmiyordu. Yine Ali laf olsun torba dolsun diye bu konu üzerinden giriş yaptı.
-  Sigarayı bırakmam lazım. Sabahları beni fena öksürtüyor.
Sigarayı bırakmak kolay olmadığı için, Alper daha gerçekçi olan bir çözümü söyledi.
-  E azalt.

-  Sigaramı değiştirsem belki öksürmem.
Az nikotinli, ince bir sigaraya başlayacam.
Her ikisi de birbirlerini çocukluk yıllarından beri biliyorlardı. On beş yaşında başladıkları sigara markası Samsun’du. Onlar hep Samsun içti. Bu yüzden Alper haklı olarak tepkisini gösterdi.
-   Yapma be abi. Bizi kesmez öyle sigaralar. Yatmadan önce yarım litre su iç, boğazını temizle, sabahları öksürmezsin o zaman.
-  
-   Harbi işe yarıyor mu lan öyle?
-  
-  Denemesi bedava abi. Varyemez amca hep öyle der.
Alper ilk okula giderken sürekli, özellikle yaz aylarında Mickey Mouse cep kitabı olan çizgi romanları okurdu. Varyemez amcayı da, huylarını da çok iyi bilirdi.

Defne pek yardımsever biri sayılmazdı. Söz konusu Melisa olunca, onun için her şeyi yapmaya hazır olan Defne, Melisa’dan gelen bir teklifi tabii ki geri çeviremezdi.
Melisa’nın harap, boyası dökülmüş duvarlara sahip stüdyosunda bir video çekimi yapılacaktı. Defne, Melisa’nın elindeki kameranın objektifine bakıp, içinden gelen her şeyi anlatacak, böylece Defne’nin ruhunda ne varsa, ortaya dökülüp saçılacaktı. Melisa, onu kesinlikle zorlamayacak, kendi istediğini değil, Defne’nin istediği şeyleri anlattıracaktı.
Komik olan şu ki, Defne ne anlatacağını bilmiyordu. Yine de Melisa kamerayı çalıştırdı, Defne’ye doğrulttu. Muhtemelen Defne saçmalayacak, ağzını yaya yaya konuşacak, çocukken oynadığı barbie bebeklerden bahsedecekti. En azından Melisa böyle düşünüyordu.
Defne ilk aklından geçen şeyi söyledi. Kamera kayıt etmeye devam ediyor.
-   Sana sormuştum ya, 'seni hamakta sallayıp masal anlatan erkek oldu mu' diye. Bence olmadı. Savaş, yıkım, silah, kurşun, etek, ruj, makyaj,kahve, karanfilli sigara, ipod, blackberry. Kafam karışık Melisa. Anlatamıyorum şimdi. Bağışla beni. Ben hep aptal aptal sırıtacam. Gerçekte kafamın karışık olduğu da yalan. Kafamda kimse yok. Sen benimle alay edeceksin. Benim saçlarımdan papatyalar dökülecek. Selim cennete çıkartacak beni. Sen ter dökeceksin, yaratacaksın, kendini güzel hissedeceksin. Bana nasıl davranırsan davran. Seni seviyorum, tek arkadaşım. Melisam.
Bu kadarı yeter. Melisa kamerayı kapattığında, yüzünü Defne’den zorla kaçırmaya çalışıyordu. Çünkü kimse onu gözlerinden yaş aktığını, ağladığını, içinin acıdığını görmemeliydi. Kendisi bile. Aynada bu halini görse bile, muhtemelen intihar ederdi. Koşarak, Defne’nin yanından uzaklaştı. Ağlaya ağlaya
O güçlü bir kızdı.
Zayıftı. Hem de çok zayıf.

Beyoğlu’nda, İmam Adnan Sokakta olan Dorock mekanı, sadece bir müzik yayını için kuruldu. Heavy Metal. Zaten mekanın tam adı Dorock Heavy Metal Club. Esasında orada sadece Heavy Metal çalmıyorlar, Death Metal, Nu Metal, Black Metal, Trash Metal, bütün headbang’e uygun müzikler orada çalınıyor ve insanlar kendilerini müziğe bırakıp kaybetmek için oraya gidiyorlar.
Duru’nun, Dorock’a gittiği gece, The Crunch adlı Death Metal grubu sahnedeydi. Onlar, sahnede Napalm Death’den Hung şarkısını çalıyorlardı. Duru şansız olduğunu hissetti çünkü o gece Pantera dinlemek istiyordu. En azından Floods şarkısını, canlı canlı duymalıydı. Zaten Pantera’nın Türkiye’ye gelip, Floods’u çalması olanaksızdı. Dimebag Darrell yokken, ölüyken, Pantera var olabilir miydi?
Duru, Efes Dark içe içe, bar taburesi üzerinde The Crunch’ı dinlemeye çalıştı. Kendini zorluyordu çünkü grubun çok amatör olduğunu ve kötü çaldıklarını düşünüyordu. Geldiğine pişman oldu. Üstelik ortada konuşacağı, bir şeyler paylaşacağı hiç kimse yoktu. Tek başınaydı ve beş dakika içinde bu sikik grup ortadan yok olmazsa eve gitmeyi düşünüyordu.
Ama tam çaprazında, tek başına oturan, sarışın, kırmızı dudaklı, güzel yüz hatlarına sahip bir kız Duru’nun dikkatini çekti. Kız onu güzel güzel kesiyordu. Duru, kızın ona baktığını, üstelik tek başına olduğunu fark edince, kıza gülümseyerek karşılık verdi. Kız, yani Meltem de ona gülümsedi.
Meltem henüz on dokuz yaşında, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde mimarlık okuyordu. Mimarlığı sevmişti ama esas ilgi alanı edebiyattı. Kitap okumadan duramaz, özellikle Ayrıntı, Metis Yayınevlerinden çıkan kitaplara bayılırdı. Bir de müzik dinlemeyi severdi. Aslında hoşuna giden her türlü müziği dinler, sever ve dinlediği herhangi bir şarkının içinde kendini kaybetmeye hazırlardı. Punk Rock favorisiydi, her zaman. Ailesi Bursa’da yaşıyor, kendisi Beşiktaş’ta ev arkadaşıyla kalıyordu. Sakin, soğuk kanlı bir mizaca sahipti. Terazi burcuydu.
İlk adımı atan Duru oldu. Ayağa kalktı ve Meltem’in yanına gitti. Her zamanki muhabbet, selamlaşmalar, tanışmalar, nereden geldin nereye gidiyorsun konuşmaları geçmişti aralarında. Esasında fazla da muhabbet etmediler. Birbirlerine gülümseyerek bakmalarını, gözlerinin içine odaklanarak kendilerini tanımayı tercih ediyorlardı. Bu onlara yeterdi zaten. Sıradan bir ruh haline sahip olmadıkları belliydi. Bu bakışlar çok şey söylüyordu. Birbirlerini sevmişlerdi. Hem de beş dakika içinde.
Duru, Meltem’e hızlıca yaklaşıp dudaklarından öptü. Meltem hiç şaşırmadı, kızmadı. O da bunu bekliyordu. Gülümsedi.Zaten Duru yapmasaydı, büyük bir ihtimalle kendisi yapacaktı. Ancak burada çalan amatör gruba daha fazla katlanamadılar. Meltem, Duru’ya teklifini yaptı.
-  Hadi gidelim.  
Daha aşk yoktu ortada. Sadece sürüklenilecek bir nehir vardı.

 

…………………………..

BÖLÜM 3: Yaşamaya değmez bir hayat
Bazı şeylerin etkisi çok çabuk geçiyordu. Örneğin Coca Cola’nın tadı, yarım saat içinde damaktan kayboluyor ama bazı insanlar üzerinde yoğun bir alışkanlık yaratıyordu. Fakat çikolatalı pasta, Cola’ya göre, çoğu insan üzerinde daha fazla bağımlılık yaratıyordu. Özellikle Cihangir’de yaşayan, elit bir yaşam süren kadınların bazıları çikolatalı pastaya ve cafe latte’ye dayanamazlar. Cips yiyen küçük çocuklar, cipsin tadını yarım saat içinde unutsalar da, o hazzı yaşamayı tekrar ve tekrar arzularlar. Reyhan da arzuluyordu. Eroin’in vaat ettiği dünyayı, o dünya da kaybolmayı, insanlardan kaçmayı her seferinde arzuladı. Üstelik bu bokun etkisi altı saat sürüyordu. Tabii ki Reyhan başı sıkıştığında sığınacağı liman Eroin olacaktı.
Reyhan son vuruşunu yaptıktan sonra, kendini koltukta unuttu. Başka bir boyuta açılan dünyadan içeri girdi, o dünyanın nimetlerini tattı ve tekrar bu sikik dünyaya geri döndü. Ama son yedi saat koltuğundan kalkmadı. Akşam olmuştu ve Defne için yemek hazırlamalıydı. Reyhan bunu hatırladığında pek umursamadı çünkü Defne nasıl olsa acıktığında dışarıdan yemek söyleyebilirdi. Siktir etti ve kafasındaki sesi tekrar serbest bıraktı. Aferin ona.
-   Gökyüzünü göremesem bile, uçabilirim. Bir dilim ekmeğin tadını alamasam bile, yutabilirim. Ne fark eder? Sonuçta zorla da olsa nefes almıyor muyum?
Zorla nefes alan Reyhan, dış kapının anahtarla açılmasını duydu. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Çünkü alışkın olduğu ses bu sefer çok yakınlardan geldi. Yüksek volümlüydü. Reyhan kafasını çevirip sesin geldiği yere baktı.
Defne ve erkek arkadaşı Selim gelmişti eve. Kapıdan girer girmez, şehvetli bir şekilde öpüşmeye başladılar. On yedi yaşındaki bir kız için fazla profesyonelce bir öpüşmeydi bu. Selim’in penisi çoktan kalkmıştı. Defne sevgilisinin kolundan hızlıca çekti ve odasına götürdü. Kapıyı kilitlediler. Bütün dünyaya.
Selim, yirmi beş yaşında, ancak Lise’ye kadar okuyabilmiş, ailesiyle birlikte yaşadığı evini terk etmiş ve arkadaşlarıyla ‘Ironic Anarchy’ topluluğunu kurmuş, kafası bozuk bir gençtir. Kurduğu örgütün faaliyetleri arasında adam kaçırmak, lüks siteleri ateşe vermek, büyük restoranları silahla taramak vardı. Şimdiye kadar kimseyi öldürmediler ama bunu bir gün bunu yapabilirler. Gazetelere manşet, haberlere konu olan bu örgütü henüz durduramadılar ve internet sayesinde git gide büyüyorlardı. Hiçbir tavırları, ideolojileri, misyonları yoktu. Ama kızgındılar. Selim bu örgütün lideri değildi. Sadece fikir babalarından biriydi. Üstelik, Defne’nin sandığı gibi, kafasında evlilik hayali filan yoktu. Sadece Defne’yi seviyordu ve onunla her şeyi yaşamak istiyordu.
Reyhan ayağa kalkıp, Defne’nin odasına doğru yürüdüğünde o ve erkek arkadaşının geldiğini hissetmişti. Reyhan, Defne’nin kapısının önündeydi. Kızının diyarı, dünyası, evreni, her şey o kapının ardındaydı. Sessizce çömeldi ve kapı deliğinden içeriye baktı. Gördüğü şeyleri televizyon da Reality Show izler gibi izlemeye başladı. Bunu yaparken beş yaşındaki bir çocuğun zekasına indi.
Oda, gerçekten de Avant Garde bir atmosfere sahipti. Rafların üzerinde StarBucks’ın boş bardakları duruyordu. Bu Selim’in oldukça hoşuna gitti ve daha çok tahrik oldu. Bir Davidoff Slim sigarası yakmaya çalışan Defne’nin sırtından sarıldı Selim. Defne, gülümseyerek Selim’in ellerini tutuyor ve vücudunun çeşitli yerleri üzerinde dolaştırıyordu. Defne’nin gözleri kaymıştı ve Selim’in penisini içinde istiyordu ama daha vakit var. Cinsel gerilimi yaşamak daha çok hoşuna gidiyordu Defne’nin. Selim yavaş bir tempoyla elini Defne’nin karnında, belinde gezdiriyor ve kızın bacaklarının arasına dokunuyordu. Defne tekrar gülümsedi. Bu sefer hissettiği duygu daha yoğundu çünkü Selim’in parmakları vajinasının içindeydi. Defne hızlıca Selim’e döndü. Üzerindeki siyah kazağı çıkardı. Süt beyaz teninin üzerindeki siyah sutyen Selim’in sikini daha çok sertleştirdi. Selim, Defne’yi çok seviyordu. Bu belliydi. Ailesi gibi, örgütü gibi, ibadet etmediği ama inandığı tanrı gibi. Defne, Selim’i geriye, yatağına doğru çekti. Selim’in üzerindeki oduncu gömleğini çıkardı ve hızlıca yatağa yatırdı. Genç kız, kareli eteğiyle ve siyah sutyeniyle üzerine çıktı. Vücudu bir yılanı andırıyordu. Defne’nin simsiyah saçları, Selim’in yüzünü kapatıyordu. Öpüşmediler. Sadece Defne, Selim’in çenesini kedi yavrusu gibi yaladı.
Bütün bu manzarayı kapı deliğinden seyreden Reyhan, kızıyla gurur duymadı ama kızmadı da. Hiçbir şey hissetmedi nedense. Tahrik de olmadı. Ama çok eğlenceliydi. Reyhan’ın izlediği şey kızının bir erkeğe çektiği muamele değil de sanki yabancı bir kadının bir erkeğe çektiği muameleydi. Keşke televizyonda böyle şeyler yayınlasa diye düşündü Reyhan. Çünkü çok keyifli ve eğlenceliydi. Reyhan zaten başkalarının dünyasına girmeyi çok seviyordu. Facebook ve Instagram’ı bunun için kullanıyordu. Bu siteler üzerinden kızını da takip ediyordu çünkü ona duyduğu rekabet duygusunu daha da güçlendirmeliydi.

Beş dakika önce Ali’ye bir telefon gelmişti. Geriye dönüp birasını yudumlarken, Alper’e üzücü bir haber verdi.
-  Halısaha maçı iptal olmuş.
Alper bu habere çok üzülmedi. Hatta sevindi. Zaten maça gitmek gibi bir isteği yoktu. En azından o akşam tüm motivasyonu düşüktü. Başka zaman olsa koşa koşa gideceği kesindi. Ancak o akşam rahat bırakılmak ve Ali’yle dedikodu yapmak istiyordu. Boş verdi.
-   Boş ver o zaman.
Ali bu duruma boş vermeli miydi? Bilemedi.
Ama gülümsedi ve birasını kaldırdı.
-  Bence de boş ver. Şerefe.
Her ikisi de biralarını tokuşturdular. Zaten o an ne sıkıntıları olabilirdi ki?

Doksanlar, oldukça tuhaf yıllardı. Türkiye’de ve dünyada medya güçleniyordu. Siyasi iktidarlar televizyona ve gazetelere istedikleri gibi yön veriyorlardı. Azınlık olan bazı kesimler, seslerini çıkartmakta zorlanıyorlar ama buna rağmen mücadelelerini sürdürüyorlardı. Tansu Çiller iktidarındaki Türkiye, en çok faili meçhul cinayetlerle o dönem karşılaştı. Ama bir yandan televizyon dizileri, magazin programları ve çocuklar için yayınlanan çizgi filmler bu gerçeklerin üzerini örtüyordu. Yine de, aile içi faciaları, yolsuzlukları, sahtekarlıkları gizli kamerayla, apaçık gösteren Reality Show’lar, bazı insanların zihinlerinde derin izler bırakıyordu. İşte o yüzden Nermin, oğlu Berk’e bu programları izlettirmiyordu. Zaten Walt Disney sayesinde, Berk hiçbir şey izlemiyordu.
Berk, çizgi film veya komedi programları izlese yeterliydi. O akşam da Nermin koltuğa oturmuş, eline geçtiği Ayşe Kulin’in kitabını okumaya çalışıyor, Berk, onun yanında oturmuş, Donald Duck’ın olduğu, komik bir çizgi film seyrediyordu. Komik olmasına rağmen Berk pek de gülmüyordu. Kafasında bir sürü şey vardı sonuçta. Yine de zamanı boşa gitmesin diye izlemeye devam etti.
Bir süre geçtikten sonra, Nermin kitaptan başını kaldırıp, çizgi filme baktı. Çizgi filmde Donald Duck, iki sincapla uğraşıyor, onları rahatsız ediyor ama her seferinde kaybediyordu. Nermin ve Berk’in o anki görüntüsü anne ve oğulu değil de, birbirleriyle konuşmayan iki arkadaşı hatırlatıyordu. Bu durumdan ne Nermin’in ne de Berk’in umurundaydı. Sadece ekrana bakıyorlardı. Bir süre sonra Nermin’in gözünden yaş akmaya başladı. Belki okuduğu kitap onu duygulandırdı, belki Donald Duck’ın başına gelenler etkiledi. Fakat Nermin farkında olmasa da, sebebini bir tek kendisi biliyordu.
Oyunlar, oyuncaklar, Disney karakterleri, game boy, game gear…Berk’in dünyasında var olan parçalar değildi. Doğrudan Berk’i temsil ediyorlardı veya Berk onları temsil ediyordu. Nermin neden ağladığının farkında değildi ama sık sık rüyalarında oğlunu Miney Mouse’la cinsel ilişki yaşarlarken görüyordu. Bunun ne anlama geldiğini fark etmese de, bir gün oğlunun damat olacak annelerin yaşadığı buhranı kendisi de yaşıyordu. Ama Berk bir kızla evlenmemişti. O kendi dünyasının keşiydi. Nermin bunu görebilse de elinden bir şey gelmiyordu. Berk’e baktığında kendi yarattığı eserini görebiliyordu. Rahminden doğması değil, inşa ettiği dünyanın aslında kendisinin oluşturduğunu biliyordu ama bunu aynaya bakıp itiraf etmesi acı veriyordu.
Daha sonra sessizce ağlamaları, hıçkırmalara dönüştü. Ellerini yüzüne kapatıp, bağıra bağıra ağlıyordu. Berk şaşırmış bir şekilde annesine bakıyordu.
Üstelik Nermin sevgilisi Kenan’la bir yerle gidemiyor, hayatın tadını çıkaramıyordu. Çünkü evine hapsolmuştu. Pembe rengin bağımlısı olan oğluna bakmak durumundaydı. Nereye gidebilirdi ki, kimle gidebilirdi ki? Berk, hıçkırarak ağlayan annesine tuhaf tuhaf bakmaya devam etti. Ona bakarken edindiği izlenim, bir diktatörün hazin çöküşüydü.
Nermin, sadece oğluna sarılmak istiyordu. Berk’in tek yapması gereken, televizyonu kapatmak ve annesine bakmak.  Sonra sevginin yolu, kendiliğinden açılacaktı.  

Ve 2000’li yıllar ve 2010’lu yıllar. Doksanlardan daha tuhaf değildi açıkçası. Sadece teknoloji gelişiyor, internet hızla büyüyordu. Bu büyüme, televizyon karşısında rekabet yerini aldı tabi ki. Ama televizyon buna rağmen durmadı. Hiç durmadı.
Evlendirme programları, birbirlerini tanımayan insanların bir eve doluşup yirmi dört saat gözetleme programları, kılık kıyafet yarışmaları, ada yarışmaları ve şarkılı türkülü yarışmalar hep bu yıllarda ortaya çıktı. Türkiye’de kimi insan bu programlara kendini kaptırıyor, kimi insan nefret ediyordu. Nefret edenler tabi ki azınlıktı. Reyhan o azınlığa dahil değildi.
Beyni çoktan donmuştu. Bir robot haline gelmişti. İzlediği izdivaç programındaki Esra Erol kameralara bakıp ‘hazır ol’ diye bağırsa, Reyhan tereddüt etmeden hazır ol vaziyetine geçecekti. Yine de halinden memnun gibiydi.
Koltuğun arkasında yürüyen Defne’nin ayak seslerini duymaması garipsenecek bir şey değil. Hatta çok normal. O sadece Esra Erol’un ve konuklarının sesini, yüksek volümde duyabilir, gözlerini ekrana kilitleyebilir. Reyhan ve Defne. İki ayrı dünya, iki ayrı kadın. Aynı kanı taşıyorlar.
Defne’nin üzerindeki elbise, oldukça kadınsıydı. Yılbaşı hediyesi olarak, annesi tarafından alınmıştı. Dudaklarının rengi kadar kırmızıydı. Ayaklarındaki topuklu ayakkabı, beyaz teninin aksine simsiyahtı. Defne’nin sanki üç rengi vardı. Kırmızı, Beyaz, Siyah.
Defne elinde telefonuyla birilerine ya SMS atıyor, ya sosyal medya haberlerini takip ediyordu. İkisinden biriydi sonuçta. Bir süre sonra, gözleri telefona kilitlenmiş bir şekilde konuşmaya başladı.
-  Anne ben Melisa'ya gidiyorum. Geç dönebilirim.
Reyhan, Defne’nin sesini duyar gibiydi ama tam emin olamadı. Yine de kızının oralarda bir yerde olduğunu farz ederek cevap vermeye çalıştı. Numara yapmıyordu. Gerçekten Defne’nin söylediğinden bir şey anlamadı.
-  Ne diyorsun Defne? Söylediğinden bir şey anlamıyorum.
Defne kolay kolay kızmazdı. Çünkü kızgınlık ve öfke, onun mizacına çok tersti. Fakat Defne’nin orada gördüğü şey, sanki televizyon izleyen bir anne değil de, sürüngen numarası yapan, alçalmış bir zavallıydı. Defne bu zavallılık karşısında elbette ki sinirlendi. Hiç söylemeyeceği şeyi o an söyledi.
-  Selim'e gidiyorum anne. Kendimi siktiricem.
Reyhan bu sefer Defne’nin konuştuğundan, hatta varlığından emin oldu. Fakat duyduğu şey ‘gidiyorum’ oldu. Reyhan her zaman olduğu gibi, kızın tembihledi. Sinirlenmeden, yumuşak bir şekilde.
-  Geç kalma, olur mu?

-  Geç kalacam anne.
Gerçekten de Defne, annesine değil acınası bir insana bakıyordu ve bu zavallılık karşısında söyleyecek hiçbir şeyi yoktu. Elinde olsa, Reyhan’ın yüzüne tükürürdü ama çok vakit kaybettiğini düşündüğü için, çantasını aldı ve evden dışarı çıktı.
Reyhan, yıkımını yaşayarak yalnızlığıyla baş başa kaldı.

Ali ve Alper. Aynı tas aynı hamam. Sigara, bira, ağızlardan dökülen sözcükler ve o sözcüklerin bütünleştiği bir muhabbet. Saatlerce böyle devam etti.
Ve Ali, Alper’in duymasını hiç ummadığı bir şey söyledi. Bu söylediğine kendi de inanmadı.
-  Ölmek istiyorum.
Alper tabii ki şaşırdı. ‘Ne oluyoruz ya’ dercesine bir yüz ifadesi takınan Alper, sakinliğini koruyarak sorusunu sordu.
-  Ne oldu ki?

-  Banyoyu su bastı. Bütün gün ortalığı sileyim derken canım çıktı.
Alper rahatladı. Büyütülecek bir sorun yoktu ortada. Yine de Ali’ye nutuk atarcasına, cevabını verdi.
-  Yine de ölmek için bir sebep değil. İnsan utanır be.
Ali cevap vermedi. Son zamanlarda, Türkiye’deki intihar oranları aklına geldiğinde, söylediği şeyin saçma ve mantıksız olduğunu kendisi de kabul etti. Fakat intihar etmek için, illa bir sebep olması gerekiyor muydu?
Kapı açıldı ve kapandı. Boş odaya birilerinin geldiğini Ali de Alper de anladı. Ayak sesleri arttıkça, gelen kişi daha da belirginleşiyordu. Ali ve Alper gülümsedi. Gelen Duru’ydu.
-  Hoş geldin Duru.

-  Duru naber ya?
Duru, ikisine de bakıp gülümsedi.
-  İyidir çocuklar. Siz nasılsınız?
Duru, boş zamanlarında fotoğraf çekmeyi çok sever. Analog makinesini eline alıp, İstanbul’un en sevdiği mekanlarını dolaşmaya, fotoğraflamaya bayılır.  Beyoğlu’nun arka sokakları, Tünel, Tarlabaşı gibi yerlere sık sık fotoğraf çekmek için giden Duru, Kağıthane’ye gittiğinde Ali ve Alper’le tanıştı. İkisinin de siyah beyaz bir fotoğrafını çekti. O günden sonra zaten arkadaş oldular. Duru ara sıra Ali’yi de Alper’i de ziyaret eder.
Alper, Duru’nun sorusuna cevap verdi.
-  Bok gibi.
Duru, bütün sırlarını onlara anlatmazdı. Ama o akşam kendini oldukça dolmuş hissetti. Sokakta bir adam vaziyeti sorsa, ona bile anlatacak durumdaydı. Bu yüzden, Duru ikisine de boşaldı.
-   Asıl ben bok gibiyim. Ablam beni videoya çekti, çocukluğumu anlattırdı. İnternete yükleyecekmiş.
Ali samimi kişiliğine sığınarak, bir espri yapmak istedi. Bu samimiyeti her zaman başına dert olmuştu zaten. Fakat Ali bu sıkıntıları pek umursamazdı
-  İyi ya, meşhur olursun.
Ali tek bir cevabı hak etmişti. Duru zaten o cevabı verdi.
-  Siktir lan.
Ali bir daha ağzını açmadı. Araya Alper daldığında, konuyu değiştirmek istedi. Nazikçe.
-  Bira içer misin Duru?

-  Verin bir tane içeyim.
Alper, siyah naylon poşetten Duru için bir bira çıkarttı ve kapağını açıp Duru’ya uzattı. Ortam yumuşamıştı.
Ali yaptığı salakça esprinin üzerini örtmek istedi. Çünkü Duru’yu seviyordu ve aslında ona ne demek istediğini açıklaması gerekiyordu.
-   Madem ablan sana çocukluğunu anlattırdı, o zaman bırak da insanlar senden ibret alsın. En azından izleyenleri etkileyeceksin. Bu da bir şey.
Duru içtiği birayı neredeyse tükürecekti ama gülmesine engel olabildi. Ali haklıydı. Youtube gibi video paylaşım siteleri bunun için vardı, her şey için vardı. Duru, Ali’nin haklı olduğunu düşündü.
-   Haklısın. Bir daha hiçbir baba, kızına tecavüz edemez.
Üçü de kahkahayla gülmeye başladılar. Sarhoş kafayla, acı verici olaylar alaya alınabiliyordu. Onlar da öyle yaptılar, karanlığa, kedere kafa tuttular.

Zaten kafası kıyak olan sadece onlar değildi. Defne, Melisa ve Selim viskiyle beraber, kokaini deneyimlediklerinde, istedikleri her şeyi yapacaklarını hissettiler, düşündüler. Öyle de oldu.
Melisa ve Duru, yalnız yaşıyorlar. Anneleri akıl hastanesine kapatıldıktan sonra, yaşamları daha da zorlaşmıştı.  İkisi birlikte yaşam mücadelesi veriyorlardı. Baba çoktan ölmüştü.
O yüzden ev bomboştu. Yine de Melisa, Defne ve Selim’i kendi odasına davet etti. Çünkü odasındaki küçük dolap, sikişmek için çok müsaitti. Selim, Defne’yi o dolabın üzerine oturtmuş, kızın bacaklarını aralamış ve penisini vajinasına sokup çıkartıyordu.
Defne uçuyordu. Hem bedenen, hem zihnen.
Aklında annesi yoktu.
İçine girilen penisin çıkmasını hiç istemiyor, gökyüzünü yarıp, karanlığın içinden geçiyordu. En azından Defne böyle hissetti.
Kamera yine kayıttaydı.
Melisa gülümseyerek onları çekti.
Bu oyunda herkes kazanmıştı.
Reyhan hariç.

Ve Melisa istediğini yaptı. O gece pornografik videoyu internete yükledi.
Reyhan’a gelen mailde videonun linki vardı. Açtı ve kızının sikilmesini defalarca, defalarca izledi. Hiçbir şey hissetmedi.
O da sarhoştu.

Ali, Alper ve Duru.
Pek bir şeyi kafalarına takmıyorlar. Aslında hiçbir şeyi kafalarına takmıyorlar. O öyle bir andı ki, öyle bir zaman dilimi içindeydiler ki, dünya, evren onlar için yoktu. Hiç olmamıştı. Sadece birbirlerinin ağızlarından çıkacak cümleler, yüz mimikleri ve samimiyetleri vardı. Başka ne olacaktı ki zaten? Dünya yeterince boktandı. Karanlıktı. Onlar karanlığın üzerine renkler atmayı tercih ettiler. En azından o akşam öyle oldu. Sonrasını kim bilebilirdi ki?
Ali her zaman olduğu gibi boşluğa cümleler savurmaya devam etti.
-   Erkek arkadaşın var mı Duru?

-   Hayır.

-   Olsun istiyor musun?

-   Hayır.
Bir ara Duru, Alper’le muhabbet ettiğinde ona cinsel tercihini söylemişti. Alper bunu Ali’ye söylemekte sakınca görmedi.
-   Duru'nun erkek arkadaşı olamaz ki Ali. O lezbiyen bir kız.
Ali şaşırmıştı ama çok değil. Yine de sormak istedi.
-  Öyle misin?

-  Evet. Erkeklerle yatamıyorum.
Ali düş kırıklığına uğramamıştı. Sadece Duru’nun bir özelliğini öğrenmiş oldu. Sonra boş verdi.
-  Her neyse.
Bir muhabbet, uzatılmak istenmezse kolayca önüne geçilebilirdi. Ali de böyle yaptı.
Birden kendilerini korkutucu bir sessizliğin içinde buldular. Çok derinden uğuldayan bir fısıltıydı bu sessizlik.  Üçünün de yüzünde bir tebessüm belirdi. Komikti her şey. Tüm dünya, insanlar. Komik ve gülünçtü. Dipleri yaşıyorlardı. Hepsi. Herkes.
Yapılacak bir şey yok. Burası dibin de dibi.
Ama Ali, kısa süren sessizliği bozmak istedi.
-  Bu arada şöyle bir şey var...
Gerisi geldi ama gelmedi. Belki de geldi.
Sonrasını kim bilebilir?


Ahmet Turgul
19 Aralık-2014

PATLAMIŞ MISIR

Bugünlerde bağımlılık haline geldi resmen. Yemeden edemiyorum.  Bir yandan yeni bir yazı yazıyorum, detaylı bir özgeçmiş hazırlıyorum kendi ...