YAZAN
Ahmet Turgul
…………………………..
BÖLÜM 1: DipleriDiplet
Dipleridiplet, Hıbırlarızıplat,
Gümlerigüm, Dumlarıdum. Dipleridiplet, Hıbırlarızıplat, Gümlerigüm, Dumlarıdum.
Bu
tekerleme, Defne’nin kulağına dört yaşındayken, annesi Reyhan tarafından
fısıldandı. 2001, 11 Eylül Saldırısının olduğu günün sabah saatleri Reyhan,
kafasından uydurduğu tekerlemeyi, Defne’nin bilinçaltına yerleştirmek istedi.
Reyhan bu tekerlemeyi uydurdu. Bir anne olarak, o çok iyi bir yalancıydı. Daha
o zamanlar Reyhan’ın eşi Erhan, Defne’ye babalık, Reyhan’a kocalık yapıyordu. Çünkü Erhan henüz ortalardan
kaybolmamıştı. Bugün bile, hala Reyhan terk edildiğini düşünüyor, Erhan’a
bildiği en ağır küfürleri sayıyordu. Bu utanç verici duygu, istem dışı
Reyhan’ın benliğine işledi. Nedense?
Başkalarının
hayatları, başkalarının acıları, umutları, üzüntüleri Reyhan ve Defne’yi, ancak
çöplükte dışkılara konan sinekler kadar
ilgilendiriyordu. Sinekler eve uğramadıkça sorun da olmuyordu. Reyhan ve Defne
için de sorun yoktu. Çünkü nasıl olsa onlar çok uzakta, yaşamlarına devam
ediyorlar. Kağıthaneli Ali ve Alper gibi.
Her
ikisi de yirmi beş yaşında, her ikisi de çocukluk arkadaşıydılar. Kağıthane’nin
kahvelerine takılırlar, tavla oynarlar, halı saha maçlarını kaçırmazlar, Orhan Gencebay dinlerler, Samsun sigara
içerler, yaşamlarını taksicilikten kazanırlar.
Bazen gece işi olmadığı zamanlar bira içip, ot üflerler. Bir ara kan
kardeşi olmayı düşündüler fakat sonradan böyle bir şeye ihtiyaçları olmadığını fark
ettiler. Çünkü arkadaşlıklarını bir simgeye dönüştürmek istemediler. Bu çok
önemsiz ve gereksiz bir ayrıntı olacaktı. Siktir ettiler.
Zaman
ve mekan belli değil. İkisinin de ruh hali, iplenmeyecek kadar gevşek ve
esnekti. Onların bildiği şey, çiğ görünümlü duvarlara sahip boş bir odanın
içinde, döküntü, kare şeklinde olan bir masaya oturmuş olmalarıydı. Muhabbetlerini
demlenmiş çayla ve sigarayla süslemeyi seviyorlardı. Böyle bir atmosferde,
ilgilendikleri iki şey vardı. Birbirlerinin ağızlarından çıkacak harfler ve yüz
mimikleri. Aslında ne Ali’nin, ne Alper’in birbirlerinin samimiyetinden
şüpheleri vardı. Sadece Ali’nin o an aklına bir mevzu geldi ve Alper’e
ilgileneceğini düşündüğü o mevzuyu açmak istedi.
- Lan
bugün nasıl geçer bilmiyorum. Fena yorulacağız Ter, yağmur çamur…
- Niye
ulan?
- Halı
saha maçına geliyor musun?
- Oynamak
için mi, izlemek için mi?
Bazen Alper’in bu
saflığı, Ali’yi güldürüyordu. Tek sıkıldığı şey, bazı durumlara açıklık getirmesiydi.
Ancak Ali bu sefer açıklık getirmedi.
- Tamam
ulan tamam gelme sen.
Konuyu değiştirmeyi
düşünürken, Samsun sigarasını içine çekti. Alper de açık çayından bir yudum
daha aldı. Ali’nin aklında, Alper’in daha çok ilgileneceği bir mevzu geldi.
Konuşmaya başladı.
- Bu
akşam yeni bir dizi başlayacak. Konusu, genç bir adamın yengesini sikmesiyle ilgili.
- Ulan
öyle bir şey yapılmamış mıydı daha önce?
- Belki
de insanların daha fazla 31 çekmeye ihtiyacı vardır. Ama ben çekmeyeceğim.
İstemiyorum.
Ali doğru söylüyor. Çoğu erkek gibi, o da aynı
şeyleri sürekli izleyip, 31 çekmekten sıkılırdı.
Dipleridiplet,
Hıbırlarızıplat, Gümlerigüm, Dumlarıdum.
İşte
bu tekerlemeyi uyduran Reyhan için dünya daha bir farklıydı. Renkler, dokular,
sesler, tatlar, kokular…Sanki Allah-u Teala, Reyhan için çok özel bir diyar
yaratmış, onu o dünyaya mahkum etmişti. Kırk beş yaşındaki bu kadın, orada
zaman zaman kaybolur, yönünü arayan küçük kız Alice olurdu. Böyle durumlarda,
yolunu kaybetmiş veletlerden daha çok telaşlanırdı. Evet. Kırk beş yaşında, göz altları morarmış, solgun, çökük yüz
hatlara sahip, zayıf ama oldukça güzel bir kadındır Reyhan.
Pencerenin
tam önünde, kendi kendine konuşmalar yaparken, bir yandan da kızını düşünüyor.
Defne’sini.
- Adım
Reyhan. Bugün benim doğum günüm. Artık 15 yaşında değilim, kimse benim için
parti yapmaz. Kızım bile. Halbuki çocukken, doğum günümde ilk uyanan ben
oluyordum. Yok yere sesler duyuyorum. Uyanık halde rüya görüyorum. Hayaletler
üzerime doğru geliyor. Bazen onlara elimi uzatıyorum, sonra kayboluyorlar. Her şey
kayboluyor. Adım Reyhan. Reyhan bir bitkidir. Bazen midem bulandığında
parmağımı ağzıma sokarım. İşe yarıyor. Ama fesleğenler kusmaz. Gençken çok
güzeldim. Bir prensestim. Artık boş bir kutu kolayım.
Her ne kadar bu
söylediklerinde doğruluk payı olsa da, çok da haklı değildi. Reyhan yaşına göre
oldukça güzel bir fiziğe sahipti.
Ancak Defne kadar güzel
ve kusursuz değildi. Bunu kendisi de biliyordu. Kızına duyduğu rekabet duygusu
biraz da fiziksel çöküntüden kaynaklanıyordu. Reyhan, artık on yedi yaşında
olmamanın farkındalığıyla, Defne’nin babası Erhan’la çektirdiği fotoğrafa bir
kez daha bakıp, kendisini içten içe dolduruşa getirdi. Fotoğrafta, Defne
babasına sarılmış halde objektife bakmaktadır. Reyhan’ın düşünceleri, yeniden
kanalizasyon suyu gibi aktı.
- Kızım
Defne ancak istediği zaman eve geliyor. İstediği zaman evden çıkıyor. Onun
üzerinde etkim yok artık. Babası evden çıkalı 7 yıl geçti. Ona 'güle güle'
diyecektim ama aklıma gelmedi. İlk terk eden ben olsaydım dünyam daha mı renkli
olacaktı? Ama o zaman da boğularak ölürdüm.
Reyhan istese bile,
Erhan’a ‘güle güle’ diyemezdi. İşin aslı Erhan ne kaybolmuştu, ne ölmüştü, ne
de kaçırılmıştı.
Erhan bir lisede müdür
yardımcısıydı. 2007’nin Nisan ayında, bir Cumartesi günü yönetim kurulu
tarafından aniden okula çağırıldı. Okula gittiğinde, odasında kimse yoktu.
Sadece masasının üzerinde bulduğu sarı zarfı açınca, yıllardır hiç görmediği
bir parolayla karşılaştı. Bu, Erhan’ın yeniden yollara düşeceği anlamına
geliyordu.
Doğum
gününüz kutlu olsun: E
E. Bu parolayı Erhan
çok iyi biliyordu. Kendi isminin başı harfi olmadığını da çok iyi biliyordu.
Parola: E. Dolayısıyla: Ergenekon.
Erhan yıllardır uykuda
olan bir Ergenekon askeriydi. Yapılanmanın beş numaralı tetikçisiydi. Uzun
zamandır İstanbul’da yaşamış, Reyhan’la evlenip çocuk sahibi olmuştu. O sadece
teşkilattan haber alacağı günü bekliyordu. O gün, okulu, Reyhan’ı, Defne’yi
bırakıp Kuzey Irak’a gitti. Verilen bilgilere göre, yakın zaman içinde büyük
bir operasyon düzenlenecek ve teşkilatın eski askerleri, istihbaratçıları,
bürokratları ve iş adamları, hükümet tarafından tek tek içeri alınacaktı. Bunun
için Erhan’ın ve kendi ekibinden bazı görevlilerin yok olması, saklanıp
izlerini kaybettirmesi gerekiyordu. O günden sonra, Erhan’ın yakınları ondan
asla haber alamadı.
Tabii ki bu durum Reyhan’ın
artık umurunda değildi. O sadece Defne’yi merak ediyordu. Gözyaşlarını silerken
bir kez daha kafasındaki sesi çalıştırdı.
- Defne.
Sen nerdesin?
Defne nerde?
Defne, Melisa’nın
yanında.
Melisa Turan, Defne’nin
en sevdiği arkadaşıydı. Tam yirmi yaşında, kömür siyahı saçlara sahip, zayıf,
kolunun üzerinde büyük harflerle Pantera’nın şarkısı olan Suicide Note pt1’nın
sözleri ‘with the scars on my wrists to prove i'll try again’ yazılı bir dövmesi olan genç kızdır. Resim
yaparak kendini kanıtlamaya çalışıyor, entelektüel çevrede isim yapmak
istiyordu. Biraz boşuna çabaladığının farkında olmadan yapmaya çalışıyor bunu.
Melisa’nın salonu oldukça düzensiz, kirli, ortamın
ışığı son derece loştur. Bu durum sevgi pıtırcığı, Pollyanna ruhlu Defne’nin
pek umurunda değildir. Çünkü o en sevdiği arkadaşının yanındaysa, hangi ortamda
olursa olsun kendini mutlu hissederdi. Gerçi aynı durum, Melisa için geçerli
değil. Defne’yi severdi ama onu çok saf ve naif bulduğu için, bazen tahammül
edemezdi. O gün de Defne, sevgilisi Selim’den bahsederek, tuvale resim yapmakta
olan Melisa’nın kafasını şişiriyordu. Ağzını yaya yaya konuşuyor.
- Ve
Selim bana dedi ki, 'seni ölene kadar sevecem, hep yanında olacam'.
- Siktir
et şu piçi. Klişe laflar.
- Evet
biraz öyle. Ama onunla cenneti yaşıyorum Melisa. Örneğin, geçen gün kırda
dolaşırken kulağıma papatya yerleştirdi. Mis kokulu elleriyle yüzümü okşadı.
Kendimi bir melek gibi hissettim. Cennete giden köprüde yürüdüm. Melisa, daha
önce seni bir erkek hamakta sallayıp sana masal anlattı mı?
Bu sözler Melisa’ya dokunmuştu. O her ne kadar
belli etmese de, içinde kopan duygular, köpüğün küçük balonları gibi
patlıyordu. Yine de Melisa bunu açığa çıkartmadan Defne’ye cevap verdi.
- Uyuz
uyuz konuşup dikkatimi dağıtma Defne. Sen cennetin köprüsünde yürüyorsun, ben Sırat
köprüsünde yürüyorum. Resimlerimi beğenmiyorlar. Bana hırsız diyorlar,
'yaptığın resimler çalıntı' diyorlar. Çok iyi biliyorum, ben başarılı bir
kızım.
Yetenekliyim. Çocukken piyano
çalardım, bale yapardım, şarkı yarışmalarında birinci hep bendim. Şu an bir
sergim yok, ödülüm yok, adım yok. Sergi açmam lazım. Film çekmem lazım. Belki o
cennete giden köprüde senin yerine ben yürürüm.
Aslında her ne kadar Defne, Melisa’yı can
kulağıyla dinlese de, o an zihninde dolanan Selim’in yüz ifadesi, Melisa’nın
söylediklerini anlamasına engel oluyordu. Onun için Defne, Melisa’nın söylediği
şeylerden çok alakasız bir konuşma yaptı.
- Bugün
Selim'le bizim eve gidecez. Evde annem var ama önemli değil. Biz odada olacaz, annem ya salonda olacak ya
mutfakta. Biliyor musun? Birgün gelin olacam. Beni kollarında taşıyarak eve
getirecek. Kendi evimize.
Bu sefer ilgiyle
dinleyen taraf Melisa’ydı. Çünkü zaman zaman bu kızın söyledikleri
ilginçleşiyor ve o kelimeleri beynine kayıt etmek istiyordu. Zavallı Defne
kullanıldığının pek farkında değildi. Farkında olsa da pek umursamıyordu. Çünkü
o Melisa’yı koşulsuz seviyor.
Bazen sırf gösteriş
olsun diye Melisa, Defne’ye güzel sözler söylüyordu. Yine söylemeyi ihmal
etmedi.
- Ya
sen çok şeker bir kızsın.
- Gerçekten
mi?
- Valla.
Beni güldürüyorsun. Sen olmasan hayatım çok sıkıcı olacaktı. Her gece
yattığımda şunu söylüyorum. Defne komik bir kız, Defne eğlenceli bir kız, Defne
iyi ki hayatımda, Allah onun yardımcısı olsun.'
- Gerçekten
hayatında olmam hoşuna gidiyor mu?
Melisa bu muhabbeti fazla uzattığını ve esas
kimliğinden uzaklaştığını düşündü. Aslında Melisa’nın farkında olmadığı sorun
şuydu: Gerçek kimliğini kendisi de bilmiyordu. Belki de, bu durumun verdiği
kuyruk acısıyla, Defne’nin canını acıtmak istedi. Son söylediği şey, fazlasıyla
acıtıcıydı.
- Senin
annen çok ilaç kullanıyor Defne. Yakında
onu kafası klozete gömülmüş bir şekilde bulabilirsin.
Melisa’nın, Reyhan’la ilgili
düşünceleri çok daha katıydı. Hatta bir gün Defne’ye, ‘'Bu kadın nasıl
hamile kalabilmiş, seni bir
hayvandan peydahlamış olabilir mi?'’
diye sormuştu. Amacı Defne’nin canını acıtmaktı.
Fakat Melisa çok yanılmıştı. Çünkü Defne’nin canını
hiç acıtamadı. İğneleyici sözler, Defne’nin pembe dünyasını karanlığa çeviremiyordu.
Üstelik Defne’nin annesiyle ilgili bildiği daha acı bir gerçek vardı.
……………………………………
BÖLÜM 2: Bu dünya bizim dünyamız
Baba Zula
elemanlarının, çok eskiden Zen adında doğaçlama müzik yapan bir grubu vardı.
Son albümlerini, 1999 yılında Bakırköy akıl hastanesinde kayıt etmişlerdi.
Albümün ilk parçası olan ‘Bu dünya benim dünyam’, Ali’nin çok sevdiği bir
şarkıdır. Genelde bu tarz müzikler dinlememesine rağmen, eski kız arkadaşı
Sevil Baba Zula ve Zen hayranı olduğu için, Ali’ye bu yıllanmış şarkıyı
dinletmek istedi. Albümün bir diğer şarkısı olan ‘Dut Ali’yi kendisine adadı.
Ali çoktan konuyu
değiştirdi ve geçmişten kalan bir anıyı, Alper’le bir daha paylaşmak istedi.
- Tam
2 yıl önce, rahmetli Faruk ustanın yanında çalışırken, dükkana bir araba geldi.
Araba eski kartallardan biri, bu devir için hiçbir özelliği yok. Ama üzerinde
tek bir toz bile yoktu. Temizdi. Sanki son model Ferrari'ler gibi. Kırmızıydı.
Arabadan inen genç tıpkı zengin zibidiler gibi giyinmişti. Bir de aracın
içinden sosyetik kızlar çıkmaz mı? Hepsi sarışındı. Tıpkı Lady Gaga gibi
giyinmişlerdi.
Alper sahtekar biri
olmadığı için, meraklıymış gibi görünüp soru sormak istemedi. Gerçekten merak
ettiği için sorusunu sordu.
- O
kızlara bakınca tahrik oldun mu?
-
- Evet.
Biraz.
O ibnenin ne kadar
şanslı olduğunu düşündüm.
Benim alamadığım
herşeye sahipti.
Her türlü güzelliği o yaşıyordu.
Ne Ali ne de Alper, bu
tip kıskançlık ve hasetlik duygularına sahip değillerdi. Sadece Ali, gördüğü
manzaranın bir tokat niteliğinde olduğunu anımsadı. Veya bu sadece Ali’nin
fikriydi. Tabii ki Alper muhabbeti devam ettirmek için sorusunu sordu.
- O
kızları bir daha gördün mü?
-
- Evet.
İnternette, bir top model sitesinde.
O kızlar mankenmiş.
Ama ünlü değiller. Dandik bir
site için modellik yapıp, sadece erkeklerin çükünü kaldırma amacıyla
soyunuyorlar.
Ve her şeyi geçiştiren
Alper, Ali’ye bu sıkıntısını unutturmak için son bir cümle daha söyledi.
- Bu
da bir şey.
Evet.
Bu da bir
şey.
Defne’nin
babası Erhan, kızını aşırı şımartırdı. Daha ilkokul’a giderken, okul çıkışları
bazen Defne’yi elinden tutup, McDonald’s’a götürürdü. Eğer dersleri iyiyse,
ödevlerini yapıyorsa, ona Winx Club oyuncakları alırdı. Erhan’ın bu örnek
davranışı, Reyhan’ı ister istemez aynı şeyleri yapmaya zorluyordu. Hatta Reyhan
bunları, Erhan’dan daha sık yapıyordu. O bir anneydi, kadındı. Tabii ki
çocuğuna daha çok ilgiyi o gösterecekti. Reyhan’ın çarmıha gerilmeleri ne
Defne’yi, ne de Erhan’ı ilgilendiriyordu. Şımarık bir kız, ilgisiz bir koca ve
bütün bunlarla mücadele etmek zorunda olan bir anneydi neticede. Reyhan’ın
odasına kapanıp ağlaması, hem Erhan’ı hem de Defne’yi fazlasıyla
sinirlendiriyordu. Odasına kapanıp hem ağlaması hem mastürbasyon yapmasını
umursamıyorlardı.
McDonald’s’ın
yolunu Reyhan ezbere biliyordu. Hatta Defne’nin seçeceği menüyü de
ezberlemişti. Cheese Burger. Turşusuz ve domatessiz. İçinde sadece peynir
olacak ama mutlaka duble menü olacaktı. Reyhan hep Big Mac yerdi. Bu sayede
Reyhan, zaman geçtikçe hamburgerlere karşı alışkanlık kazandı. Bugün bile, canı
çektiğinde McDonald’s sipariş ediyor. Ama Mega Mac artık Big Mac’e göre çok
daha lezzetli olduğu için, tabii ki o da Mega Mac sipariş ediyor.
Reyhan hala
Defne’sini bekleyip, Mega Mac’ten bir ısırık daha alırken, monolog turuna
kaldığı yerden devam etti. Kafası hiç durmuyordu.
- Defne
daha çocukken, sevdiği çizgi film kahramanlarının bizim evi ziyaret
edeceklerine inanırdı. 7 Yaşına kadar hep onları bekledi. Defne'yi gerçekte
onların gelmeyeceğine inandırmaya çalıştım. Sonra şunu sordum kendime. Onu
gerçeklerden korumayı becerebiliyor muydum?
Evet ya.
Beceriyordu tabii. Defne o yüzden saklambaç oynar gibi, annesinden
saklanıyordu. Reyhan elindeki hamburgeri bitirdiğinde, bağırsaklarındaki
boşluğu doyurduğunu düşündü. Ama ruhu doymadı. Bacakları, kolları, kafası vardı
sırada. Ketçapa, mayoneze bulanmış, çiğ patateslere bakarken gülümsedi. Elbette
ki sırada McNuggets yoktu. Defne’nin bildiği en ağır gerçek, Reyhan’ın Fast Food
alışkanlığından bile daha siyah, kömür, leş bir alışkanlıktı bu. Monologa aynen
devam.
- Hala
sesler duyuyorum. Hayaletler rahat bırakmıyor. Bunu dindirmek istiyorum,
olmuyor. Ölmek istiyorum, olmuyor.
Evet
olmuyor. Olmaz da zaten. İnsan hemen ölemiyor. Reyhan çarmıha değil de, daha
kutsal, onurlu ama fazlasıyla acı veren bir işkence aletine gerilmişti. Bütün
etleri yavaş yavaş soyuluyor, keskin bıçaklar her yerine giriyordu. Çile
dolduruyor, çünkü kendisi sahte bir peygamberdi. Ön görülü bir kahin gibi, bir
çok şeyi önceden hissedebilen bir kadın. Fakat peyniri, köfteyi, patatesi
yutarken, açlığını bastıracak bir gıda daha vardı. Kendi kendine itiraf etti
bunu.
- Burnumdan
akan sümükleri yutarak açlığımı bastırıyorum.
Sahtekar.
Nedense o sümüklerin akma sebebini açıklamak istemiyor. Ayağa kalkıp, evin en
kutsal mekanına, odasına koşarken, vajinasındaki kaşıntıyı bir kez daha
hissetti. Kaşıntıya neden olan şeyin, seks açlığı olmadığını da biliyordu.
Burnu akıyor fakat nezle de değildi. Bu başka bir şeydi. Odasından aldığı altı
kömüre dönmüş bir çorba kaşığı ve bir torba eroin, bu kupa kraliçenin zirve
noktasının sembolleriydiler.
Tekrar
salona döndü. Kaşığın üzerine bir miktar eroin döktü. Elleri titreyen Reyhan,
tozların döküldüğünü, pişmemiş patateslere, ketçap ve mayonezlere bulandığını
fark etmedi. Birazdan kendine vuracak. O ana kadar elleri titremeye tabii ki
devam edecek. Ancak kafası hiç susmayacak.
- Gün
geçtikçe evimin duvarları daha çok büyüyor. Duvarlar birbirlerine
yaklaşıyorlar.
Ve Defne. Defne
yedi yaşına bastığında, ailesi ona güzel bir pasta aldı. Pastanın üzerindeki
mumlar, Defne’nin çok istediği, hatta tutturduğu, kırmızı beyaz mumlardı.
Reyhan’ın aldığı mavi mumları istemedi. Bunun için annesini çok üzdü.
Reyhan o
mavi mumlardan birini yaktı ve kaşığı, ateşin üzerinde gezdirdi. Tozların
erimesini bekleyen Reyhan’ın kafası, konuşmaya devam etti.
- Bazen
zemin yükseliyor, tavan alçalıyor. Bu evin beni parçalamasından korkuyorum.
Kaşığın
içindeki eroin eriyor. Reyhan zirveye tırmanacağı zamanı bekliyordu. Henüz
ölmeyecekti. Bunun mutluluğuyla kendisiyle gurur duydu.
- Fakat
şu an hayattayım. Altıma sıçarak yaşasam bile hayattayım.
Çünkü
tuvalete gidip sıçmaktan daha çok işine geliyordu. Bazen hareket bile edemiyor.
Şu an sadece yarım bir limonu sıkarak, suyunu kaşığın içine akıtıyor. Böylece
eroin daha hızlı eriyecekti. Reyhan hayatta olsa da, bunun gururunu yaşasa da,
arada bir kesilen nefesini hatırladı. Bunu da itiraf etti kendine.
- Buna
rağmen özgürlüğümü hissedemez oldum. Tabutun içinde nefes alırken özgürlük
hissedilmez.
Artık
hazır. Kolunun omuz kısmına, siyah bir ipi hızlıca bağladı. Ve şırıngayı
eroinle doldurduktan sonra, bilek kısmına da iğneyi saplamaya başladı. Yavaşça.
Ağır ağır.
Bağırsakları
ve Ruhu, iki kardeş gibiydi. Bağırsakları beslerken, ruhu da beslemeyi
unutmamalı insan. Reyhan da bunu yaptı. Belki de o ikisini, öz kızı Defne’den
daha çok seviyordu. Böyle olmalıydı. O günün beslenme süreci tamamlanmıştı. Ama
iğne hala, koldaki deliğe girmeye devam ediyor. Reyhan konuştukça konuşuyordu.
- Sinek
ısırığı diyorum buna. Sinek ısırır, tükürüğünü kanına bulaştırır. Artık ona ait
bir şey taşırsın içinde.
İğneyi
kolundaki deliğe, sonuna kadar köklemiştir. Artık zirveye ulaştığını hisseden
Reyhan, kolundan şırıngayı çıkartır. Koltuğa yaslanır, kafasını geriye
atar. Sadece tebessüm eder.
O an, ilk
kez penis yemiş bir kadındı Reyhan. Bir yandan ayağı gıdıklanıyor, bir yandan
kulağına güzel masallar okunuyordu. Vücut çoktan hafiflemişti bile. Tüy
gibiydi. Yaşadığını hissetti. Yaşayıp, ölümü unuttu. Yalanlarla yaşayan, salak
kızı Defne’yi unuttu, derin devlet görevlisi Erhan’ı unuttu, sıkışmışlığını
unuttu, hamburgeri unuttu, patatesi unuttu, böcekleri unuttu. Tamamen
kraliçeliğe terfi etti Reyhan. Kafasındaki ses, artık istem dışı akmaya devam
ediyor.
- Ben at bokuna konan bir sineğim. Vızıldayıp
oradan oraya uçarım. Ve artık özgürüm. Sıcacık dünya. Melekler, periler
yanımda. Hayat, elimi tut. Hayat, beni bırakma.
Hayat onu
bırakmayacak. Çünkü hayat kuklacıysa, Reyhan kuklanın ta kendisidir. Aslında
Ali ve Alper’den daha değerli bir varlık değil. Sadece kendisinin de söylediği
gibi o bir bok sineğidir.
Ali ve
Alper’in sigara ve esrardan başka alışkanlıkları yoktu. Ayrıca bira içmeyi de
severlerdi. O yüzden Alper sorusunu sordu.
- Bira ister misin?
Ali onayladı.
- Olur.
Alper, yanında duran siyah poşetten iki bira çıkardığı sırada, Ali’nin
aklına kötü bir anısı geldi. Yine de Alper’in açtığı Efes Dark birayı
tereddütsüz aldı ve bir yudum içmeye başladı. Bu gazla Ali dökülmeye başladı.
- Sinirlenmemek mümkün değil. Bir de böyle
yarrak gibi bir işte çalışınca daha kötü oluyor.
-
- Hayırdır abi?
-
- Lan geçen sabah Beyoğlu’nda yürüyorum,
tanımadığım bir adama selam verdim.
'Selam'ın
aleyküm kardeş' dedim, herifte ses yok tıs yok. Geçip gitti yanımdan. Ulan Allahın
selamını almıyorsun bari bir güler yüzle karşılık ver. Dalyarrak. Bu kadar mı
koptuk lan birbirimizden.
Esasında Ali’nin sıkıntısı bu kadar büyük değildi. En azından bunu
mevzu yapacak kadar büyütülecek bir şey değil. Sadece laf olsun torba dolsun
diye bunu anlattığını düşünüyor Alper. Sakinleştirmeye çalıştı.
- Kardeşim Beyoğlu kalabalık bir alem. Takma bu
kadar. Belki adamın afyonu patlamamıştır veya seni duymamıştır.
- Zaten ben de o günden sonra herkesle selamı
sabahı kestim. Bana selam verenin de yanından geçiyorum, dönüp bakmıyorum.
Alper bu saçma sapan laflara sadece gülümsedi. Son bir şey söylemeyi de
ihmal etmedi tabii.
- Çakal seni.
Zaten muhabbetleri bundan ibaretti. Gereksiz anıları birbirleriyle
paylaşıyorlar ama en küçük ayrıntıyı bile önemli bulup, birbirlerini teselli
ediyorlardı. Böyle işte.
Aker deri fabrikasının sahibi Vedat Turan, öz kızı Duru’ya tecavüz
ettiğinde, takvimler 19 Temmuz 2009’u gösteriyordu. Duru’nun annesine çok
benzediği ve viskiyi çok kaçırdığı bahanesiyle, gece yarısı, Duru’nun odasında,
kızlığını elinden alıp, kadınlığı hediye etti. Vedat Turan bunun pişmanlığıyla
ertesi gün kendini astı. Aker fabrikası iflas etti. Vedat’ın cenazesinde 5 kişi
vardı.
Duru şimdi 17 yaşında, kimsenin tam anlamıyla çözemediği bir ruh haline
sahip bir kız, bir kadın. Bu sırrı bir tek ablası Melisa biliyordu ama bir tek
onun bilmesi bir şey ifade etmiyordu. Bütün dünya Duru’yu bilmeliydi,
tanımalıydı.
Melisa, Duru’yu bilinmeyen bir mekana götürdü. Burayı Melisa, çektiği
fotoğraflar, videolar için stüdyo gibi kullanıyordu. Duru, Melisa’nın elindeki
kameraya bakıp, ne anlatacağını çok iyi biliyordu, nereden başlayacağını
biliyordu. Bunu anlatmasının doğru olduğunu da biliyordu. Sonuçta video
internete düştüğünde, altında ablasının adı yazacaktı. Kendisi tanınacaktı
kuşkusuz ama asıl önemlisi ablası tanınacaktı. Tabi ki başından geçenleri
anlatacak.
Melisa kamerayı çalıştırdı, Duru’ya doğrulttu ve vakit kaybetmeden
konuşmaya başladı.
- Duru bana her şeyi anlat.
Üzerinde Slayer t-shirt’i olan Duru’nun ses tonu yumuşak, tüyler
ürperticidir.
- Ne söylememi istiyorsun?
-
- Konuş diyorum sana. Yoksa seni
cezalandıracağım.
Melisa istese bunu yapardı. Bir keresinde, yemek masasında ağzını çok
şapırdattı diye, Duru’nun Nietzche kitaplarını yakmıştı. Gerçi Duru yedi
yaşındayken ablasının sandviçini, sırf oyun olsun diye çöpe attıktan sonra,
Melisa bu davranışını unutmadığı için, bir şekilde intikam alması gerektiğini
biliyordu. Tabii ki Duru, Melisa’nın bu kadar gaddar olacağını düşünmemişti ve
en sevdiği kitapları yaktıktan sonra, ona istediği her şeyi vermeye başladı.
Tüm isteklerine boyun eğdi. Sonuçta Melisa, annesinin aldığı Küçük Prens
kitabını photoshop yoluyla, pornografik hale getirip, internette
yayınlayacağını söylüyordu. Duru için kaçış yoktu.
- Peki efendim.
- Konuş.
Duru ağzını açmakta zorlanıyordu. Ama konuşmalıydı. Oraya gitmeden önce
iki bardak votka, bir ot içmişti. O yüzden o kadar da rahatsız değildi. Yapacak
bir şeyi olmadığı için konuşmaya başladı.
- 12 Yaşındaydım, pencereden dışarı bakıyordum.
Yıldızlar çok güzeldi. Babam omuzumu tuttu, sonra başımı çevirip babama baktım.
Beni yatağa oturttu, saçımı okşadı. Bana ablamı sordu. Ablam o sıra şehir
dışındaydı. Orada yalnız ikimiz vardık. Başımı öptü, yüzümü okşadı, vücudumu
okşadı...
Buraya kadar sorunsuz konuşan Duru, buradan sonra tıkanma belirtileri
gösterir. Utandığı için değil de, hala neden anlatması gerektiğini çözememişti.
Neyse ki cesaretiyle tanınan, koç burcu Melisa’nın diretmesiyle Duru
cümlelerini toparladı.
- Sonra ne oldu Duru?
- Sonra bacaklarımı okşadı, beni yatağa
yatırdı. Her yerimi okşadı. Parmaklarını vajinama soktu. Çok hoşuma gitti.
Pantolonunu çıkarana kadar her şey güzeldi. Sonra kalın bir dal parçasını içime
aldım. Geberiyordum az daha. Kan aktı. Çok kan aktı. Çığlık atamadım, eli
ağzımdaydı. Üzerimde kıvranırken şunu söyledim kendime. Ona karşı gelemezsin. O
senin baban. Onu duy ve ibadet et. O senin Tanrın.
Duru’nun da, Melisa’nın da tanrı kavramı çok değişikti açıkçası.
Duru’ya tanrı kim diye sorsan Iron Maiden, Slayer, Pantera diye cevap verir.
Melisa kendine Thomas Hobbes ve Ayn Rand’ı örnek almaktaydı. Onların bencillik
anlayışı kendisine uyuyordu.
Zafer kazanmış olan Melisa kamerayı kapattı. Gözyaşlarına boğulan
Duru’ya bakıp gülümsedi.
- Çok iyi. Babanı bir mesih gibi tanıttın. Bu
video tıklanma rekoru kırmazsa ben de Melisa değilim.
Videonun tıklanma rekoru kırıp kırmaması Duru’nun umurunda değildi. O,
ablasını düşünüyordu. Yeter ki ablası tanınsın, başarılı olsun, istediği yere
gelsin. İnsanları aşağılıkça kullanıp kullanmaması da önemli değildi.
29 Aralık: 1993.
14:30. Çarşamba
Orhan Atak, Parkinson hastasıydı. Bedeni erirken, yanında karısı Nermin,
oğlu Berk ve sevdiği birkaç arkadaşı vardı. 15 Temmuz 1993 yılında vefat
ederken, Nermin’in servetiyle ilgili hiçbir korkusu, şüphesi yoktu. Nermin
babadan zengindi. Oğluna bir ömür boyu bakacak kadar parası vardı.
29 Aralık geldi. Berk’in doğum günü. Etiler’de, şık bir apartman
dairesinde oturan Nermin, on beş yaşına basan Berk için balonlar, pastalar,
çörekler, börekler, limonatalar, kolalar hazırladı. Bu, Nermin için bir eziyet
olsa da, gerçek duygularını asla Berk’e çaktırmamaya çalışıyordu. Sonuçta
annelik görevini yaparken, tek düşündüğü şey oğlunun mutlu olması değil,
vicdanını rahatlatmaktı.
Körfez savaşının üzerinden 2 yıl geçti. Tabii ki savaş sırasında ve
sonrasında, bunun etkilerini ne Nermin ne de Berk hissetmişti. Bir tek Orhan bu
savaş üzerinde az da olsa kafa yormuştu. O da öldü zaten.
Berk, masanın üzerine
hazırlanmış olan çikolatalı Mickey Mouse şekilli pastasına hayranlıkla
bakarken, koltukta oturup dergi okuyan Nermin de göz ucuyla oğluna bakıyordu. Kafasındaki
sesi çalıştırmadan önce, çikolatalı pasta dikkatini çekti. Mickey başıyla
yapılmış pasta, birileri Mickey Mouse’un kafasını hızarla kesip, onu bir
çikolata haline mi getirdiler yoksa? O zaman neden hala sırıtıyordu? Yaşamı
nasılsa, ölümü de öyle mi olmalıydı? Nermin bu cevabın aynen düşündüğü gibi
olmasını ne çok isterdi! Özellikle hızarla kafasının kesildiğini görmek, içini
soğuturdu bir ihtimal. Yine de oğlunun hayranlıkla dolu yüz ifadesine bakarken,
kendini kendine ispatlaması için, kafasındaki sesi çalıştırdı.
- Oğlum
Berk'in bugün doğum günü. 15 Yaşında, kocaman bir delikanlı oluyor. Çok özel
bir parti düzenledim onun için. Oğlum benim her şeyim. Birkaç ay önce kaybettik
babasını. Ama Berk çok güçlü bir çocuk. Her şeyin üstesinden kolaylıkla geldi.
Bugün arkadaşları gelecek. Birlikte piyano çalıp şarkılar söyleyecekler. Berk
her şeyin en iyisini hak ediyor. Canım oğlum benim.
Nermin de, Berk de
boşuna umutlandılar, beklediler. Bu partiye kim geldi ki, kim gelirdi ki? Bütün
emekler boşa gitti.
5 Nisan: 1994. 20:30.
Salı
Bu terk edilmişliğin etkisi çok uzun sürdü. Berk bunu atlatamadı. Devamlı
ağladı, hıçkırdı, haykırdı. Nermin onu teselli etmeye çalışsa da, bunu pek
beceremiyordu. Berk hala ağlamaya devam ediyor.
- Arkadaşlarım gelmedi anne. Kimse gelmedi.
-
- Belki işleri çıkmıştır oğlum. Yalvarırım
hırpalama kendini.
- Babam ölmeseydi belki gelirlerdi. Babam
yanımızda değil, artık bir aile değiliz.
Her ne kadar Berk’in söylediklerinde doğruluk payı olsa da, onlar hiçbir
zaman aile olamadılar. Güzel zamanları da olmadı değil ama yine de, zaman zaman
aralarında yaşanan aile kavgaları, insani ilişkiler pek iç açıcı değildi.
Nedense Nermin’in her şeyin güzel olduğuna dair bir inancı vardı. Gerçekle
yüzleştiğinde ya kaçıyor ya da saldırganlaşıyordu. Nermin, oğlunu teselli
etmeye devam etti.
- Ben varım ya oğlum. Arkadaşların gelmese de
ben seninle şarkı söylerim.
- İstemiyorum. Hiçbir şey istemiyorum. Sen
arkadaşım değilsin. Ben arkadaşlarımı istiyorum.
-
- Ben senin arkadaşınım tamam mı. Öbür piçleri
siktir et, ben varım yanında ulan.
- Sen umurumda değilsin. Ben arkadaşlarımı
istiyorum.
- Bak şimdi çıkar giderim, bir daha benim
yüzümü göremezsin. Baban gibi seni bırakırım tamam mı?
Nermin, Berk’i tehdit ettiğinde şaka yapmıyordu. Her ne kadar Berk 15
yaşında olsa da, Nermin asla çocuk oyalamıyordu. Söylediği şey çok ciddiydi.
Nermin’in, henüz Orhan’ın sağlığı yerindeyken, ilişkiye girdiği erkek arkadaşı
Kenan’la birlikte uzaklara gitme planları yaptığı, en iyi arkadaşı Gül
tarafından biliniyordu. Orhan öldü ama Nermin’in, Kenan’la ilişkisi devam
ediyor. Dolayısıyla Berk’i bırakıp gitmekteki söylemiş olduğu şey son derece
ciddiydi. Nermin bağırarak soruyu yineledi.
- Tamam mı Berk?
- Emredersiniz efendim.
Nermin elini uzattığında, Berk’i komutası altına aldığını biliyordu.
Bundan oldukça memnundu. Öyle bir andan sonra iyi bir anne olup olmaması
Nermin’i pek ilgilendirmiyordu. Tek istediği Berk’i korkutmak değil, aynı
zamanda onu başarılı bir şekilde yönlendirmek, robot haline getirmekti. Biraz
kullandığı mikrodalga fırınlar, bulaşık ve çamaşır makineleri durumuna
gelmesini istedi. Bu konuda başarılı olduğu çok açık.
- Elimi öp lan it.
Berk, telaşla Nermin’in
elini öpüp, anlına koydu. Annesinin kendisine acımadığını, istese çekip
gideceğini çok iyi biliyordu. Ama esas korkusu bu değildi. Berk’in ev
ödevlerini aksattığı bir dönem, Nermin çocuğun kafasını tencereye sokup, kaynar
suda haşladı. Berk’in yüzü 15 gün sargılıydı. Orhan hasta haliyle Nermin’in bu
davranışına karşı koyamadı tabii. Nermin kendisiyle gurur duyuyor, bu yaptığı
şeyin oğlunun iyiliğine mi yoksa kötülüğüne mi olduğunu pek umursamıyordu.
Yönetmeyi seven bir diktatör olmak hoşuna gidiyordu. Aslında en büyük hayali,
eline bir silah alıp, Berk’in kafasına doğrultmak ve onu korkutmaktı. Böylece
Berk, Nermin’in çok rahat emrine girecekti.
- Bir daha ne yapmayacaksın Berk?
- Ağlamayacağım komutanım.
- Sen benim neyimsin?
- Vezirinim.
Berk tesadüfen bu
cevabı verdi. Korkusundan ne diyeceğini bilemedi çünkü. Nermin her ne kadar
sinirlense de, biraz yumuşamaya karar verdi.
- Yine kafan karıştı. Gerizekalı mal. Ben senin
tanrınım. Bana dua etmen ve benim için ibadet etmen gerekiyor Berk. Bunu bana
yapmıyorsun. Tek yaptığın homolar ve karılar gibi ağlamak oluyor. Salaksın ve
toplara benziyorsun. Bu gidişle milli olamazsın oğlum.
Nermin bir bakıma doğru
söylüyordu. Şimdiye kadar Berk’i hiç mastürbasyon yaparken yakalamamıştı. Bu
Nermin için iyi bir şey değildi. Her ne kadar Nermin bu konuşmanın işe
yaradığını düşünse de, Berk pek bir şey anlamadı.
- O zaman sen benim sultanım olmuyorsun.
-
- Evet. Ben bir yeşilçam oyuncusu değilim.
-
- O zaman ben de vezir olmuyorum.
Bu diyalog nereye kadar
giderdi ki?
Samsun sigarayı
ciğerlerine çeken Ali, öksürüğü yüzünden, içtiği biranın tadını da alamıyordu. İki
ay önce Ali nezle olmuş, hastalıktan miras öksürüğü kalmıştı. Bir türlü geçmek
bilmiyordu. Yine Ali laf olsun torba dolsun diye bu konu üzerinden giriş yaptı.
- Sigarayı bırakmam lazım. Sabahları beni fena
öksürtüyor.
Sigarayı bırakmak kolay olmadığı için, Alper daha gerçekçi olan bir
çözümü söyledi.
- E azalt.
- Sigaramı değiştirsem belki öksürmem.
Az
nikotinli, ince bir sigaraya başlayacam.
Her ikisi de birbirlerini çocukluk yıllarından beri biliyorlardı. On
beş yaşında başladıkları sigara markası Samsun’du. Onlar hep Samsun içti. Bu
yüzden Alper haklı olarak tepkisini gösterdi.
- Yapma be abi. Bizi kesmez öyle sigaralar.
Yatmadan önce yarım litre su iç, boğazını temizle, sabahları öksürmezsin o
zaman.
-
- Harbi işe yarıyor mu lan öyle?
-
- Denemesi bedava abi. Varyemez amca hep öyle
der.
Alper ilk okula giderken sürekli, özellikle yaz aylarında Mickey Mouse
cep kitabı olan çizgi romanları okurdu. Varyemez amcayı da, huylarını da çok
iyi bilirdi.
Defne pek yardımsever biri sayılmazdı. Söz konusu Melisa olunca, onun
için her şeyi yapmaya hazır olan Defne, Melisa’dan gelen bir teklifi tabii ki
geri çeviremezdi.
Melisa’nın harap, boyası dökülmüş duvarlara sahip stüdyosunda bir video
çekimi yapılacaktı. Defne, Melisa’nın elindeki kameranın objektifine bakıp,
içinden gelen her şeyi anlatacak, böylece Defne’nin ruhunda ne varsa, ortaya
dökülüp saçılacaktı. Melisa, onu kesinlikle zorlamayacak, kendi istediğini
değil, Defne’nin istediği şeyleri anlattıracaktı.
Komik olan şu ki, Defne ne anlatacağını bilmiyordu. Yine de Melisa
kamerayı çalıştırdı, Defne’ye doğrulttu. Muhtemelen Defne saçmalayacak, ağzını
yaya yaya konuşacak, çocukken oynadığı barbie bebeklerden bahsedecekti. En azından
Melisa böyle düşünüyordu.
Defne ilk aklından geçen şeyi söyledi. Kamera kayıt etmeye devam
ediyor.
- Sana sormuştum ya, 'seni hamakta sallayıp
masal anlatan erkek oldu mu' diye. Bence olmadı. Savaş, yıkım, silah, kurşun,
etek, ruj, makyaj,kahve, karanfilli sigara, ipod, blackberry. Kafam karışık
Melisa. Anlatamıyorum şimdi. Bağışla beni. Ben hep aptal aptal sırıtacam.
Gerçekte kafamın karışık olduğu da yalan. Kafamda kimse yok. Sen benimle alay
edeceksin. Benim saçlarımdan papatyalar dökülecek. Selim cennete çıkartacak
beni. Sen ter dökeceksin, yaratacaksın, kendini güzel hissedeceksin. Bana nasıl
davranırsan davran. Seni seviyorum, tek arkadaşım. Melisam.
Bu kadarı yeter. Melisa kamerayı kapattığında, yüzünü Defne’den zorla
kaçırmaya çalışıyordu. Çünkü kimse onu gözlerinden yaş aktığını, ağladığını,
içinin acıdığını görmemeliydi. Kendisi bile. Aynada bu halini görse bile,
muhtemelen intihar ederdi. Koşarak, Defne’nin yanından uzaklaştı. Ağlaya ağlaya
O güçlü bir kızdı.
Zayıftı. Hem de çok zayıf.
Beyoğlu’nda, İmam Adnan Sokakta olan Dorock mekanı, sadece bir müzik
yayını için kuruldu. Heavy Metal. Zaten mekanın tam adı Dorock Heavy Metal
Club. Esasında orada sadece Heavy Metal çalmıyorlar, Death Metal, Nu Metal,
Black Metal, Trash Metal, bütün headbang’e uygun müzikler orada çalınıyor ve
insanlar kendilerini müziğe bırakıp kaybetmek için oraya gidiyorlar.
Duru’nun, Dorock’a gittiği gece, The Crunch adlı Death Metal grubu
sahnedeydi. Onlar, sahnede Napalm Death’den Hung şarkısını çalıyorlardı. Duru
şansız olduğunu hissetti çünkü o gece Pantera dinlemek istiyordu. En azından Floods
şarkısını, canlı canlı duymalıydı. Zaten Pantera’nın Türkiye’ye gelip, Floods’u
çalması olanaksızdı. Dimebag Darrell yokken, ölüyken, Pantera var olabilir
miydi?
Duru, Efes Dark içe içe, bar taburesi üzerinde The Crunch’ı dinlemeye
çalıştı. Kendini zorluyordu çünkü grubun çok amatör olduğunu ve kötü
çaldıklarını düşünüyordu. Geldiğine pişman oldu. Üstelik ortada konuşacağı, bir
şeyler paylaşacağı hiç kimse yoktu. Tek başınaydı ve beş dakika içinde bu sikik
grup ortadan yok olmazsa eve gitmeyi düşünüyordu.
Ama tam çaprazında, tek başına oturan, sarışın, kırmızı dudaklı, güzel
yüz hatlarına sahip bir kız Duru’nun dikkatini çekti. Kız onu güzel güzel
kesiyordu. Duru, kızın ona baktığını, üstelik tek başına olduğunu fark edince,
kıza gülümseyerek karşılık verdi. Kız, yani Meltem de ona gülümsedi.
Meltem henüz on dokuz yaşında, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde
mimarlık okuyordu. Mimarlığı sevmişti ama esas ilgi alanı edebiyattı. Kitap
okumadan duramaz, özellikle Ayrıntı, Metis Yayınevlerinden çıkan kitaplara
bayılırdı. Bir de müzik dinlemeyi severdi. Aslında hoşuna giden her türlü
müziği dinler, sever ve dinlediği herhangi bir şarkının içinde kendini
kaybetmeye hazırlardı. Punk Rock favorisiydi, her zaman. Ailesi Bursa’da
yaşıyor, kendisi Beşiktaş’ta ev arkadaşıyla kalıyordu. Sakin, soğuk kanlı bir
mizaca sahipti. Terazi burcuydu.
İlk adımı atan Duru oldu. Ayağa kalktı ve Meltem’in yanına gitti. Her
zamanki muhabbet, selamlaşmalar, tanışmalar, nereden geldin nereye gidiyorsun
konuşmaları geçmişti aralarında. Esasında fazla da muhabbet etmediler.
Birbirlerine gülümseyerek bakmalarını, gözlerinin içine odaklanarak kendilerini
tanımayı tercih ediyorlardı. Bu onlara yeterdi zaten. Sıradan bir ruh haline
sahip olmadıkları belliydi. Bu bakışlar çok şey söylüyordu. Birbirlerini
sevmişlerdi. Hem de beş dakika içinde.
Duru, Meltem’e hızlıca yaklaşıp dudaklarından öptü. Meltem hiç
şaşırmadı, kızmadı. O da bunu bekliyordu. Gülümsedi.Zaten Duru yapmasaydı,
büyük bir ihtimalle kendisi yapacaktı. Ancak burada çalan amatör gruba daha
fazla katlanamadılar. Meltem, Duru’ya teklifini yaptı.
- Hadi gidelim.
Daha aşk yoktu ortada. Sadece sürüklenilecek bir nehir vardı.
…………………………..
BÖLÜM 3: Yaşamaya değmez bir hayat
Bazı şeylerin etkisi çok çabuk geçiyordu. Örneğin Coca Cola’nın tadı,
yarım saat içinde damaktan kayboluyor ama bazı insanlar üzerinde yoğun bir
alışkanlık yaratıyordu. Fakat çikolatalı pasta, Cola’ya göre, çoğu insan
üzerinde daha fazla bağımlılık yaratıyordu. Özellikle Cihangir’de yaşayan, elit
bir yaşam süren kadınların bazıları çikolatalı pastaya ve cafe latte’ye
dayanamazlar. Cips yiyen küçük çocuklar, cipsin tadını yarım saat içinde
unutsalar da, o hazzı yaşamayı tekrar ve tekrar arzularlar. Reyhan da
arzuluyordu. Eroin’in vaat ettiği dünyayı, o dünya da kaybolmayı, insanlardan
kaçmayı her seferinde arzuladı. Üstelik bu bokun etkisi altı saat sürüyordu.
Tabii ki Reyhan başı sıkıştığında sığınacağı liman Eroin olacaktı.
Reyhan son vuruşunu yaptıktan sonra, kendini koltukta unuttu. Başka bir
boyuta açılan dünyadan içeri girdi, o dünyanın nimetlerini tattı ve tekrar bu
sikik dünyaya geri döndü. Ama son yedi saat koltuğundan kalkmadı. Akşam olmuştu
ve Defne için yemek hazırlamalıydı. Reyhan bunu hatırladığında pek umursamadı
çünkü Defne nasıl olsa acıktığında dışarıdan yemek söyleyebilirdi. Siktir etti
ve kafasındaki sesi tekrar serbest bıraktı. Aferin ona.
- Gökyüzünü göremesem bile, uçabilirim. Bir
dilim ekmeğin tadını alamasam bile, yutabilirim. Ne fark eder? Sonuçta zorla da
olsa nefes almıyor muyum?
Zorla nefes alan Reyhan, dış kapının anahtarla açılmasını duydu.
Gözleri fal taşı gibi açıldı. Çünkü alışkın olduğu ses bu sefer çok yakınlardan
geldi. Yüksek volümlüydü. Reyhan kafasını çevirip sesin geldiği yere baktı.
Defne ve erkek arkadaşı Selim gelmişti eve. Kapıdan girer girmez,
şehvetli bir şekilde öpüşmeye başladılar. On yedi yaşındaki bir kız için fazla
profesyonelce bir öpüşmeydi bu. Selim’in penisi çoktan kalkmıştı. Defne
sevgilisinin kolundan hızlıca çekti ve odasına götürdü. Kapıyı kilitlediler.
Bütün dünyaya.
Selim, yirmi beş yaşında, ancak Lise’ye kadar okuyabilmiş, ailesiyle
birlikte yaşadığı evini terk etmiş ve arkadaşlarıyla ‘Ironic Anarchy’
topluluğunu kurmuş, kafası bozuk bir gençtir. Kurduğu örgütün faaliyetleri
arasında adam kaçırmak, lüks siteleri ateşe vermek, büyük restoranları silahla
taramak vardı. Şimdiye kadar kimseyi öldürmediler ama bunu bir gün bunu
yapabilirler. Gazetelere manşet, haberlere konu olan bu örgütü henüz durduramadılar
ve internet sayesinde git gide büyüyorlardı. Hiçbir tavırları, ideolojileri,
misyonları yoktu. Ama kızgındılar. Selim bu örgütün lideri değildi. Sadece
fikir babalarından biriydi. Üstelik, Defne’nin sandığı gibi, kafasında evlilik
hayali filan yoktu. Sadece Defne’yi seviyordu ve onunla her şeyi yaşamak
istiyordu.
Reyhan ayağa kalkıp, Defne’nin odasına doğru yürüdüğünde o ve erkek
arkadaşının geldiğini hissetmişti. Reyhan, Defne’nin kapısının önündeydi.
Kızının diyarı, dünyası, evreni, her şey o kapının ardındaydı. Sessizce çömeldi
ve kapı deliğinden içeriye baktı. Gördüğü şeyleri televizyon da Reality Show
izler gibi izlemeye başladı. Bunu yaparken beş yaşındaki bir çocuğun zekasına
indi.
Oda, gerçekten de Avant Garde bir atmosfere sahipti. Rafların üzerinde
StarBucks’ın boş bardakları duruyordu. Bu Selim’in oldukça hoşuna gitti ve daha
çok tahrik oldu. Bir Davidoff Slim sigarası yakmaya çalışan Defne’nin sırtından
sarıldı Selim. Defne, gülümseyerek Selim’in ellerini tutuyor ve vücudunun
çeşitli yerleri üzerinde dolaştırıyordu. Defne’nin gözleri kaymıştı ve Selim’in
penisini içinde istiyordu ama daha vakit var. Cinsel gerilimi yaşamak daha çok
hoşuna gidiyordu Defne’nin. Selim yavaş bir tempoyla elini Defne’nin karnında,
belinde gezdiriyor ve kızın bacaklarının arasına dokunuyordu. Defne tekrar
gülümsedi. Bu sefer hissettiği duygu daha yoğundu çünkü Selim’in parmakları
vajinasının içindeydi. Defne hızlıca Selim’e döndü. Üzerindeki siyah kazağı
çıkardı. Süt beyaz teninin üzerindeki siyah sutyen Selim’in sikini daha çok sertleştirdi.
Selim, Defne’yi çok seviyordu. Bu belliydi. Ailesi gibi, örgütü gibi, ibadet
etmediği ama inandığı tanrı gibi. Defne, Selim’i geriye, yatağına doğru çekti.
Selim’in üzerindeki oduncu gömleğini çıkardı ve hızlıca yatağa yatırdı. Genç
kız, kareli eteğiyle ve siyah sutyeniyle üzerine çıktı. Vücudu bir yılanı
andırıyordu. Defne’nin simsiyah saçları, Selim’in yüzünü kapatıyordu. Öpüşmediler.
Sadece Defne, Selim’in çenesini kedi yavrusu gibi yaladı.
Bütün bu manzarayı kapı deliğinden seyreden Reyhan, kızıyla gurur
duymadı ama kızmadı da. Hiçbir şey hissetmedi nedense. Tahrik de olmadı. Ama
çok eğlenceliydi. Reyhan’ın izlediği şey kızının bir erkeğe çektiği muamele
değil de sanki yabancı bir kadının bir erkeğe çektiği muameleydi. Keşke
televizyonda böyle şeyler yayınlasa diye düşündü Reyhan. Çünkü çok keyifli ve
eğlenceliydi. Reyhan zaten başkalarının dünyasına girmeyi çok seviyordu.
Facebook ve Instagram’ı bunun için kullanıyordu. Bu siteler üzerinden kızını da
takip ediyordu çünkü ona duyduğu rekabet duygusunu daha da güçlendirmeliydi.
Beş dakika önce Ali’ye bir telefon gelmişti. Geriye dönüp birasını
yudumlarken, Alper’e üzücü bir haber verdi.
- Halısaha maçı iptal olmuş.
Alper bu habere çok üzülmedi. Hatta sevindi. Zaten maça gitmek gibi bir
isteği yoktu. En azından o akşam tüm motivasyonu düşüktü. Başka zaman olsa koşa
koşa gideceği kesindi. Ancak o akşam rahat bırakılmak ve Ali’yle dedikodu
yapmak istiyordu. Boş verdi.
- Boş ver
o zaman.
Ali bu duruma boş vermeli miydi? Bilemedi.
Ama gülümsedi ve birasını kaldırdı.
- Bence de boş ver. Şerefe.
Her ikisi de biralarını tokuşturdular. Zaten o an ne sıkıntıları
olabilirdi ki?
Doksanlar, oldukça tuhaf yıllardı. Türkiye’de ve dünyada medya
güçleniyordu. Siyasi iktidarlar televizyona ve gazetelere istedikleri gibi yön
veriyorlardı. Azınlık olan bazı kesimler, seslerini çıkartmakta zorlanıyorlar
ama buna rağmen mücadelelerini sürdürüyorlardı. Tansu Çiller iktidarındaki
Türkiye, en çok faili meçhul cinayetlerle o dönem karşılaştı. Ama bir yandan
televizyon dizileri, magazin programları ve çocuklar için yayınlanan çizgi
filmler bu gerçeklerin üzerini örtüyordu. Yine de, aile içi faciaları,
yolsuzlukları, sahtekarlıkları gizli kamerayla, apaçık gösteren Reality
Show’lar, bazı insanların zihinlerinde derin izler bırakıyordu. İşte o yüzden Nermin,
oğlu Berk’e bu programları izlettirmiyordu. Zaten Walt Disney sayesinde, Berk
hiçbir şey izlemiyordu.
Berk, çizgi film veya komedi programları izlese yeterliydi. O akşam da
Nermin koltuğa oturmuş, eline geçtiği Ayşe Kulin’in kitabını okumaya çalışıyor,
Berk, onun yanında oturmuş, Donald Duck’ın olduğu, komik bir çizgi film
seyrediyordu. Komik olmasına rağmen Berk pek de gülmüyordu. Kafasında bir sürü
şey vardı sonuçta. Yine de zamanı boşa gitmesin diye izlemeye devam etti.
Bir süre geçtikten sonra, Nermin kitaptan başını kaldırıp, çizgi filme
baktı. Çizgi filmde Donald Duck, iki sincapla uğraşıyor, onları rahatsız ediyor
ama her seferinde kaybediyordu. Nermin ve Berk’in o anki görüntüsü anne ve oğulu
değil de, birbirleriyle konuşmayan iki arkadaşı hatırlatıyordu. Bu durumdan ne
Nermin’in ne de Berk’in umurundaydı. Sadece ekrana bakıyorlardı. Bir süre sonra
Nermin’in gözünden yaş akmaya başladı. Belki okuduğu kitap onu duygulandırdı,
belki Donald Duck’ın başına gelenler etkiledi. Fakat Nermin farkında olmasa da,
sebebini bir tek kendisi biliyordu.
Oyunlar, oyuncaklar, Disney karakterleri, game boy, game gear…Berk’in
dünyasında var olan parçalar değildi. Doğrudan Berk’i temsil ediyorlardı veya
Berk onları temsil ediyordu. Nermin neden ağladığının farkında değildi ama sık
sık rüyalarında oğlunu Miney Mouse’la cinsel ilişki yaşarlarken görüyordu.
Bunun ne anlama geldiğini fark etmese de, bir gün oğlunun damat olacak
annelerin yaşadığı buhranı kendisi de yaşıyordu. Ama Berk bir kızla evlenmemişti.
O kendi dünyasının keşiydi. Nermin bunu görebilse de elinden bir şey gelmiyordu.
Berk’e baktığında kendi yarattığı eserini görebiliyordu. Rahminden doğması
değil, inşa ettiği dünyanın aslında kendisinin oluşturduğunu biliyordu ama bunu
aynaya bakıp itiraf etmesi acı veriyordu.
Daha sonra sessizce ağlamaları, hıçkırmalara dönüştü. Ellerini yüzüne
kapatıp, bağıra bağıra ağlıyordu. Berk şaşırmış bir şekilde annesine bakıyordu.
Üstelik Nermin sevgilisi Kenan’la bir yerle gidemiyor, hayatın tadını
çıkaramıyordu. Çünkü evine hapsolmuştu. Pembe rengin bağımlısı olan oğluna
bakmak durumundaydı. Nereye gidebilirdi ki, kimle gidebilirdi ki? Berk,
hıçkırarak ağlayan annesine tuhaf tuhaf bakmaya devam etti. Ona bakarken
edindiği izlenim, bir diktatörün hazin çöküşüydü.
Nermin, sadece oğluna sarılmak istiyordu. Berk’in tek yapması gereken,
televizyonu kapatmak ve annesine bakmak. Sonra sevginin yolu, kendiliğinden açılacaktı.
Ve 2000’li yıllar ve 2010’lu yıllar. Doksanlardan daha tuhaf değildi
açıkçası. Sadece teknoloji gelişiyor, internet hızla büyüyordu. Bu büyüme,
televizyon karşısında rekabet yerini aldı tabi ki. Ama televizyon buna rağmen
durmadı. Hiç durmadı.
Evlendirme programları, birbirlerini tanımayan insanların bir eve
doluşup yirmi dört saat gözetleme programları, kılık kıyafet yarışmaları, ada
yarışmaları ve şarkılı türkülü yarışmalar hep bu yıllarda ortaya çıktı.
Türkiye’de kimi insan bu programlara kendini kaptırıyor, kimi insan nefret ediyordu.
Nefret edenler tabi ki azınlıktı. Reyhan o azınlığa dahil değildi.
Beyni çoktan donmuştu. Bir robot haline gelmişti. İzlediği izdivaç
programındaki Esra Erol kameralara bakıp ‘hazır ol’ diye bağırsa, Reyhan
tereddüt etmeden hazır ol vaziyetine geçecekti. Yine de halinden memnun
gibiydi.
Koltuğun arkasında yürüyen Defne’nin ayak seslerini duymaması
garipsenecek bir şey değil. Hatta çok normal. O sadece Esra Erol’un ve
konuklarının sesini, yüksek volümde duyabilir, gözlerini ekrana kilitleyebilir.
Reyhan ve Defne. İki ayrı dünya, iki ayrı kadın. Aynı kanı taşıyorlar.
Defne’nin üzerindeki elbise, oldukça kadınsıydı. Yılbaşı hediyesi
olarak, annesi tarafından alınmıştı. Dudaklarının rengi kadar kırmızıydı.
Ayaklarındaki topuklu ayakkabı, beyaz teninin aksine simsiyahtı. Defne’nin
sanki üç rengi vardı. Kırmızı, Beyaz, Siyah.
Defne elinde telefonuyla birilerine ya SMS atıyor, ya sosyal medya
haberlerini takip ediyordu. İkisinden biriydi sonuçta. Bir süre sonra, gözleri
telefona kilitlenmiş bir şekilde konuşmaya başladı.
- Anne ben Melisa'ya gidiyorum. Geç dönebilirim.
Reyhan, Defne’nin sesini duyar gibiydi ama tam emin olamadı. Yine de
kızının oralarda bir yerde olduğunu farz ederek cevap vermeye çalıştı. Numara
yapmıyordu. Gerçekten Defne’nin söylediğinden bir şey anlamadı.
- Ne diyorsun Defne? Söylediğinden bir şey anlamıyorum.
Defne kolay kolay kızmazdı. Çünkü kızgınlık ve öfke, onun mizacına çok
tersti. Fakat Defne’nin orada gördüğü şey, sanki televizyon izleyen bir anne
değil de, sürüngen numarası yapan, alçalmış bir zavallıydı. Defne bu zavallılık
karşısında elbette ki sinirlendi. Hiç söylemeyeceği şeyi o an söyledi.
- Selim'e gidiyorum anne. Kendimi siktiricem.
Reyhan bu sefer Defne’nin konuştuğundan, hatta varlığından emin oldu.
Fakat duyduğu şey ‘gidiyorum’ oldu. Reyhan her zaman olduğu gibi, kızın
tembihledi. Sinirlenmeden, yumuşak bir şekilde.
- Geç kalma, olur mu?
- Geç kalacam anne.
Gerçekten de Defne, annesine değil acınası bir insana bakıyordu ve bu zavallılık
karşısında söyleyecek hiçbir şeyi yoktu. Elinde olsa, Reyhan’ın yüzüne
tükürürdü ama çok vakit kaybettiğini düşündüğü için, çantasını aldı ve evden
dışarı çıktı.
Reyhan, yıkımını yaşayarak yalnızlığıyla baş başa kaldı.
Ali ve Alper. Aynı tas aynı hamam. Sigara, bira, ağızlardan dökülen
sözcükler ve o sözcüklerin bütünleştiği bir muhabbet. Saatlerce böyle devam
etti.
Ve Ali, Alper’in duymasını hiç ummadığı bir şey söyledi. Bu söylediğine
kendi de inanmadı.
- Ölmek istiyorum.
Alper tabii ki şaşırdı. ‘Ne oluyoruz ya’ dercesine bir yüz ifadesi
takınan Alper, sakinliğini koruyarak sorusunu sordu.
- Ne oldu ki?
- Banyoyu su bastı. Bütün gün ortalığı sileyim
derken canım çıktı.
Alper rahatladı. Büyütülecek bir sorun yoktu ortada. Yine de Ali’ye
nutuk atarcasına, cevabını verdi.
- Yine de ölmek için bir sebep değil. İnsan
utanır be.
Ali cevap vermedi. Son zamanlarda, Türkiye’deki intihar oranları aklına
geldiğinde, söylediği şeyin saçma ve mantıksız olduğunu kendisi de kabul etti.
Fakat intihar etmek için, illa bir sebep olması gerekiyor muydu?
Kapı açıldı ve kapandı. Boş odaya birilerinin geldiğini Ali de Alper de
anladı. Ayak sesleri arttıkça, gelen kişi daha da belirginleşiyordu. Ali ve
Alper gülümsedi. Gelen Duru’ydu.
- Hoş geldin Duru.
- Duru naber ya?
Duru, ikisine de bakıp gülümsedi.
- İyidir çocuklar. Siz nasılsınız?
Duru, boş zamanlarında fotoğraf çekmeyi çok sever. Analog makinesini
eline alıp, İstanbul’un en sevdiği mekanlarını dolaşmaya, fotoğraflamaya
bayılır. Beyoğlu’nun arka sokakları,
Tünel, Tarlabaşı gibi yerlere sık sık fotoğraf çekmek için giden Duru,
Kağıthane’ye gittiğinde Ali ve Alper’le tanıştı. İkisinin de siyah beyaz bir
fotoğrafını çekti. O günden sonra zaten arkadaş oldular. Duru ara sıra Ali’yi
de Alper’i de ziyaret eder.
Alper, Duru’nun sorusuna cevap verdi.
- Bok gibi.
Duru, bütün sırlarını onlara anlatmazdı. Ama o akşam kendini oldukça
dolmuş hissetti. Sokakta bir adam vaziyeti sorsa, ona bile anlatacak
durumdaydı. Bu yüzden, Duru ikisine de boşaldı.
- Asıl ben bok gibiyim. Ablam beni videoya
çekti, çocukluğumu anlattırdı. İnternete yükleyecekmiş.
Ali samimi kişiliğine sığınarak, bir espri yapmak istedi. Bu samimiyeti
her zaman başına dert olmuştu zaten. Fakat Ali bu sıkıntıları pek umursamazdı
- İyi ya, meşhur olursun.
Ali tek bir cevabı hak etmişti. Duru zaten o cevabı verdi.
- Siktir lan.
Ali bir daha ağzını açmadı. Araya Alper daldığında, konuyu değiştirmek
istedi. Nazikçe.
- Bira içer misin Duru?
- Verin bir tane içeyim.
Alper, siyah naylon poşetten Duru için bir bira çıkarttı ve kapağını
açıp Duru’ya uzattı. Ortam yumuşamıştı.
Ali yaptığı salakça esprinin üzerini örtmek istedi. Çünkü Duru’yu
seviyordu ve aslında ona ne demek istediğini açıklaması gerekiyordu.
- Madem ablan sana çocukluğunu anlattırdı, o
zaman bırak da insanlar senden ibret alsın. En azından izleyenleri
etkileyeceksin. Bu da bir şey.
Duru içtiği birayı neredeyse tükürecekti ama gülmesine engel olabildi.
Ali haklıydı. Youtube gibi video paylaşım siteleri bunun için vardı, her şey
için vardı. Duru, Ali’nin haklı olduğunu düşündü.
- Haklısın. Bir daha hiçbir baba, kızına tecavüz
edemez.
Üçü de kahkahayla gülmeye başladılar. Sarhoş kafayla, acı verici
olaylar alaya alınabiliyordu. Onlar da öyle yaptılar, karanlığa, kedere kafa
tuttular.
Zaten kafası kıyak olan sadece onlar değildi. Defne, Melisa ve Selim
viskiyle beraber, kokaini deneyimlediklerinde, istedikleri her şeyi
yapacaklarını hissettiler, düşündüler. Öyle de oldu.
Melisa ve Duru, yalnız yaşıyorlar. Anneleri akıl hastanesine
kapatıldıktan sonra, yaşamları daha da zorlaşmıştı. İkisi birlikte yaşam mücadelesi veriyorlardı.
Baba çoktan ölmüştü.
O yüzden ev bomboştu. Yine de Melisa, Defne ve Selim’i kendi odasına
davet etti. Çünkü odasındaki küçük dolap, sikişmek için çok müsaitti. Selim,
Defne’yi o dolabın üzerine oturtmuş, kızın bacaklarını aralamış ve penisini vajinasına
sokup çıkartıyordu.
Defne uçuyordu. Hem bedenen, hem zihnen.
Aklında annesi yoktu.
İçine girilen penisin çıkmasını hiç istemiyor, gökyüzünü yarıp,
karanlığın içinden geçiyordu. En azından Defne böyle hissetti.
Kamera yine kayıttaydı.
Melisa gülümseyerek onları çekti.
Bu oyunda herkes kazanmıştı.
Reyhan hariç.
Ve Melisa istediğini yaptı. O gece pornografik videoyu internete
yükledi.
Reyhan’a gelen mailde videonun linki vardı. Açtı ve kızının sikilmesini
defalarca, defalarca izledi. Hiçbir şey hissetmedi.
O da sarhoştu.
Ali, Alper ve Duru.
Pek bir şeyi kafalarına takmıyorlar. Aslında hiçbir şeyi kafalarına
takmıyorlar. O öyle bir andı ki, öyle bir zaman dilimi içindeydiler ki, dünya,
evren onlar için yoktu. Hiç olmamıştı. Sadece birbirlerinin ağızlarından
çıkacak cümleler, yüz mimikleri ve samimiyetleri vardı. Başka ne olacaktı ki
zaten? Dünya yeterince boktandı. Karanlıktı. Onlar karanlığın üzerine renkler
atmayı tercih ettiler. En azından o akşam öyle oldu. Sonrasını kim bilebilirdi
ki?
Ali her zaman olduğu gibi boşluğa cümleler savurmaya devam etti.
- Erkek
arkadaşın var mı Duru?
- Hayır.
- Olsun
istiyor musun?
- Hayır.
Bir ara Duru, Alper’le muhabbet ettiğinde ona cinsel tercihini
söylemişti. Alper bunu Ali’ye söylemekte sakınca görmedi.
- Duru'nun
erkek arkadaşı olamaz ki Ali. O lezbiyen bir kız.
Ali şaşırmıştı ama çok değil. Yine de sormak istedi.
- Öyle misin?
- Evet. Erkeklerle yatamıyorum.
Ali düş kırıklığına uğramamıştı. Sadece Duru’nun bir özelliğini
öğrenmiş oldu. Sonra boş verdi.
- Her neyse.
Bir muhabbet, uzatılmak istenmezse kolayca önüne geçilebilirdi. Ali de
böyle yaptı.
Birden kendilerini korkutucu bir sessizliğin içinde buldular. Çok
derinden uğuldayan bir fısıltıydı bu sessizlik. Üçünün de yüzünde bir tebessüm belirdi.
Komikti her şey. Tüm dünya, insanlar. Komik ve gülünçtü. Dipleri yaşıyorlardı.
Hepsi. Herkes.
Yapılacak bir şey yok. Burası dibin de dibi.
Ama Ali, kısa süren sessizliği bozmak istedi.
- Bu arada şöyle bir şey var...
Gerisi geldi ama gelmedi. Belki de geldi.
Sonrasını kim bilebilir?
Ahmet Turgul
19 Aralık-2014